Prof. Dr. Murat ÇEMREK
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi
Tedhişin herhangi bir din
zemininde meşrulaştırılmasından ziyade bizatihi şiddetin bir felsefe ve yaşam
pratiği haline getirilmesiyle yani şiddetin dinleştirilerek bir meşruiyet
kaynağı hâline getirilmesiyle karşı karşıyayız. Bu ise insanlığın çağlar boyu
ortaya koyduğu bütün iyiliğin yerle yeksan edilmesinden başka bir şey değildir.
Cenevre Konvansiyonları’ndan on iki
asır önce savaş esirlerine yapılacak muamelelerin en güzel örneklerinden biri
olarak okuma yazma öğretmeleri karşılığında elde ettiği savaş esirlerini
bırakan bir din nasıl olur da tedhişle bir kılınabilir?
“TARİH boyunca insanlık hiç bu kadar yoğun bir şiddete maruz kalmadı”
diye bir iddiada bulunsak bu argümanımız hiç de abartılı olmayacaktır. Çünkü
tarihin hiçbir döneminde şiddetin yoğun pratiği ile bir görünür olarak
normalleşmesi ve sıradanlaşması daha önce hiç bu kadar mümkün olmamıştı. Gerçek
savaşları ve tedhiş görüntülerini ekranlarından şiddet yoğun filmler gibi
izleyebilen modern insan için şiddet -en azından görüntü olarak- tüketilebilen
bir fenomendir. Öte yandan temel gayesi
şiddeti dindirmek olan genelde İbrahimî -veya değil- dinler özelde de İslam ile
“tedhiş,” “şiddet,” “terör” ve “savaş” kavramlarını bir arada düşünmek hatta
özdeşleştirmek nasıl mümkün olabilir? Böyle bir çaba metodolojik cihetten bir
zihin jimnastiği gibi görünse de epistemolojik açıdan bir paradoksu aydınlatan
diyalektik bir yolculuk gibi tınlamakta ama ontolojik bakımdan bir zorlamaya
işaret etmektedir. Kısacası, sözlük anlamlarından biri “barış” olan İslam, bu
anlamın türevleriyle nasıl eşleştirilebilir? Ancak her şey zıddıyla kaim
olduğundan İslam’ın künhüne vakıf olmak için yine de bu kavramlara ihtiyacımız
var. “Hazır ol cenge sulh u salah istersen” ilkesi gereği İslam’ın efradını
cami ağyarını mani olacak şekilde anlayabilmek için şiddet ve tehdidin
aydınlatılması her zaman gereklidir. Dahası kavramlar, onları üretenler gibi
tarafsız olmaktan uzaktır. Her kavram ortaya çıktığı şartların çerçevesinde
yüklendiği anlamlarla ilintili olarak ideolojik bir heybe taşırken özellikle
bazı kavramlar daha kristalize hâle gelirler. Örneğin, bir strateji olarak
tedhiş veya terör bir taraftan “fakirlerin silahı” olarak nitelendirilirken
kendisinden esenlik, saadet ve zenginlik umulan devlet tarafından
uygulandığında da “devlet terörü” hâline geldiğini unutmamak gerekir. Weberyen
anlamda şiddetin meşru tekelini elinde tutan devlet, bu meşruiyetini şiddeti
minimize etmekten aldığından her doz artırımı kendisinin varlık sebebi olan
hukuku çiğnemeye sevk etmekte ve böylece devlet olma vasfı giderek
kaybolmaktadır. Kısacası liberal devlet teorisinin de aydınlattığı üzere
siyasal erk olarak devlet, Hobbesian anlamda bir doğa durumu’nun yerine insanın
en temel hak ve özgürlüğü olan yaşam ilkesini mümkün kılmak adına bir
gerekliliktir. Bu bağlamda herhangi bir siyasal otorite varlığı, şiddeti
mümkünse sonlandırmayı veya en azından minimize etmeyi gerektiren bir hukuk
düzeninden beslenmektedir. İşte haneden küresele bütün ortamlarda barışın
sağlanmasının temel çerçevesi bu minvalde çizilmektedir.
Bir diğer nokta, her insanın istese de istemese de mensubiyeti adedince
temsili sözkonusudur. Hoşumuza gitse de gitmese de farklı kimliklerimizi
özellikle bu kimliklere karşı veya bigâne olanlar karşısında temsil ile
doğrudan yükümlüyüzdür. Bu temsil, özellikle negatif davranışlarda daha
belirginlik kazanır. Bireysel hatamız, ayıbımız veya günahımızı suçun
bireyselliği ilkesi göz ardı edilerek mensubu bulunduğumuz topluluğa şamil
kılınır. Hâlbuki iyi davranışlar için aynı temsil bu şekilde çalışmaz. İyilik
eşyanın tabiatı gereği olduğundan iyi davranışımız övgüyü veya ödülü kötü
davranışa göre hemen hak etmez veya elde edemez. Kötülük elbette arızidir ve
derhal giderilmesi def-i mefasid celb-i menafiden evladır ilkesi gereği olduğu
gibi nehy-i ani’l-münker emr-i bi’l-ma’rufun bizatihi yerine getirilmesidir
zaten. Her ne kadar su-i misal emsal olamaz ise de kötü bir örneği tüm
topluluğa teşmil etmek daha yaygın bir pratiktir. Bundan dolayı kötülüğü,
yapanı da içerecek şekilde âdeta mensubu bulunduğu topluluğa hamlederek derhal
vazgeçmesini sağlamaya yönelik olduğu gibi bu kötülüğe maruz kalanlara da kötülüğü
genelleştirerek bir psikolojik rahatlama sağlamaktadır. Örneğin, Myanmar’daki
Müslümanlara karşı işlenen tedhiş eylemleri sonrasında ortalama Müslüman medya
okuru için nasıl ki Budizm ve Budistlerin içsel bir arınma peşinde olduklarına
dair bir algı geliştirmeleri hemen hemen mümkün olmadığı gibi ortalama bir
gayrimüslim medya okurundan maruz kaldığı medya görüntüleri sonrasında İslam ve
Müslümanlarla ilgili olarak kavramın etimolojik kökeni cihetinden yaklaşmasını
beklemek pek anlamlı durmamaktadır. Artık küresel bir fenomen hâline geldiği
üzere Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) eylemleri sonrasında İslam, genelde şiddet
özelde de tedhişle özdeşleştirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Dahası sosyal medyada
oldukça başarılı olan IŞİD, banalleştirdiği tedhişini küreselleştirmek adına
daha fazla kişiye hızla ulaştırmak için sosyal medyadan yoğun bir şekilde
faydalanmaktadır. Konvansiyonel medyanın en azından şiddet görüntülerini
mozaiklemek gibi çeşitli şekillerde kendini sınırlamak durumunda kaldığı
düşünülürse neden bu örgütün sosyal medyayı daha yoğun kullandığı daha çabuk
kavranabilir. Sosyal medyaya giderek
artan yaygın bir erişim gerçekleştikçe İslam ve tedhişin özdeşleşmesi de
hoşumuza gitse de gitmese de kaçınılmaz olmaktadır. Bu bakımdan bir düzenek
olarak medya üzerinden sunulan şiddet bir gerçeklik hâline dönüşmektedir.
Cenevre Konvansiyonları’ndan on iki asır önce savaş esirlerine yapılacak
muamelelerin en güzel örneklerinden biri olarak okuma yazma öğretmeleri
karşılığında elde ettiği savaş esirlerini bırakan bir din nasıl olur da
tedhişle bir kılınabilir? İşin gerçeği, tedhişin herhangi bir din zemininde
meşrulaştırılmasından ziyade bizatihi şiddetin bir felsefe ve yaşam pratiği
haline getirilmesiyle yani şiddetin dinleştirilerek bir meşruiyet kaynağı hâline
getirilmesiyle karşı karşıyayız. Bu ise insanlığın çağlar boyu ortaya koyduğu
bütün iyiliğin yerle yeksan edilmesinden başka bir şey değildir. Hâlbuki
“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan
sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi
sakındırmaz. Çünkü Allah, adil davrananları sever.” (Mümtehine, 60/8.) öğüdü
gereği İslam bir din ve medeniyet olarak otorite olduğu konumlarda bizatihi
başta bireyin içsel dünyasında barışı hâkim kılmanın ve çevresiyle uyum içinde
geçinmeyi savlamaktadır. Bu noktada İslam ve Müslümanlar adına şiddet kullanma
yetkisi hatta tekeline sahip oldukları iddiasında bulunanlar bu yetkiyi ve
nasıl elde ettiklerini açıklamak durumundadırlar. Kaldı ki bu şiddet en çok
Müslümanların canının yakılmasını meşrulaştırıcı bir gerekçeye dönüştükçe ve
dahası İslam’a hiç de hak etmediği bir nişaneye dönüştükçe bunu yapanlar nasıl
bir soruna sebep olduklarının acaba farkında mıdırlar?
İlkesel bir yaklaşım “ama” ile başlayan cümleler kurmadan şiddetin her
türlüsüne karşı olmayı gerektirir. Devletin ortaya çıkışı şiddeti
tekelleştirirken rafine etmek ve olabildiğince minimize etmeye odaklıdır. Bu
çerçevede İslam’ı tedhiş ile özdeşleştirmenin önünü açmak, çıkış noktası ne
kadar iyi niyetli olursa olsun cehennem yollarının iyi niyet taşlarıyla örülü
olduğu kadar cehennemin kapılarını aralamaktadır. Genelde dini özelde İslam’ı
kullanarak şiddetlerine meşruiyet arayanlar şiddetlerini meşrulaştıramadıkları
gibi sadece kendi İslam anlayışlarını ve yorumlarını şiddete bulaştırmakla
kalmayıp hem İslam’ı hem de Müslümanları şiddetle özdeşleşir hâle
getirmişlerdir. Marshall McLuhan’ın medyanın bir iletişim aracından ziyade
kendisinin mesaj hâline dönüştüğü ifadesine referansla kurgu bir görüntüden
ziyade o görüntünün bir anlam hâline gelmesiyle gerçekleşmekte ve karşılığında
hakikat ise terkedilen bir kurguya indirgenmektedir. Modernitenin üzerinde
yükseldiği profanlaşma, standartlaşma ve kitleselleşme bu çerçeveyi muhkem hâle
getirmektedir. Zira Sanayi Devrimi ile anlamını bulan standartlaşma bütün ürün
ve hizmetler için eşyanın ontolojisi hâline geldikçe kitleselleşme insanı da
içine alan bir şekilde yaşamı çevrelemeye başlamıştır. Bunun sonucunda I. ve
II. Dünya Savaşları insanlık tarihinde savaşların da sadece modernleşmesini
değil kitleselleşmesini de beraberinde getirerek savaşa doğrudan bulaşmayan
sivillerin cephedeki askerlerden daha fazla öldüğü kitlesel savaşlarla
sonuçlanmıştır. Bu gelişmenin bir sonraki adımı savaşmak için muhkem ulusal
ordulara sahip olmayan örgütlenmelerin bizatihi kendi ulus devletlerini
kurabilmek için tedhişi olağan hâle getirmeleri ve kopmak istedikleri
imparatorluk veya ulus devlete karşı şiddeti sıradanlaştırmalarıdır.
Sonuç olarak, şiddetin bu denli sıradanlaştığı ve yoğulaştığı bir
dünyada bundan en çok zarar gören yine şiddeti dindirmeyi bir kadim öğreti
olarak sunan genelde din özelde İslam olmaktadır. Baudrillard’ın meşhur ettiği
“simulakr” kavramından hareketle kurgunun ve onun görüngüsünün gerçeğin tahtını
gasp eden ve kendisini hakikatten daha hakikat olarak pazarladığı bir dünyada
elbette genelde din ve özelde İslam maruz kaldığı zarar dolayısıyla büyücülerin
yılanları yutan Hz. Musa’nın (a.s.)
asası gibi ortaya çıkmayı en fazla hak etmektedir.