İnsanoğlu, dünyanın tümü denecek kadar geniş bir coğrafyada uzunca bir zamandır hiç olmadığı kadar tedirginlik içinde hayatını idame ettiriyor. İnsanlık bilim ve teknoloji alanında akıl almaz ilerlemeler kaydetti, kitle iletişim araçları alabildiğine gelişti, neredeyse sınırlar ortadan kalktı, dünyamız âdeta küresel bir köye dönüştü, ancak korkular hiç azalmadı, endişeler asla yok olmadı. Olağanüstü güvenlik tedbirlerine rağmen barış, huzur ve güven bir türlü tesis edilemedi.
Güç ve çıkar çatışmaları artarak devam ediyor. Daha ölümcül silahlar üretme yarışı hız kesmiyor. Çevre ve tabiat sürekli tahrip ediliyor. Terör ve şiddet masum canlara kıymaya devam ediyor. Ahlak ve hukuk tanımayan kirli savaşlar milyonlarca insanı yerinden yurdundan ediyor. İnsanoğlu birbirine ölesiye zarar veriyor. Tüm bunlar yaşanırken hayat kaldığı yerden devam ediyor. Barış, huzur ve güven söylemleri dillerden hiç eksik olmuyor. Aslında insanlar barış istediğinde yalnızca savaş olmasın demiş oluyor. Huzur istediğinde yalnızca kimse rahatımızı bozmasın demiş oluyor. Güven istediğinde ise kimse bize zarar vermesin demiş oluyor. Aslında barış, huzur ve güven istiyoruz derken yalnızca kaygılar ve endişeler dile getiriliyor. Korkulardan beslenen bir dünya insanların bilinçaltlarında hep varlığını devam ettiriyor. Bunun için sürekli bir “öteki” var ediliyor. Oysa ilahi dinlerin bu arada İslam’ın en temel ilkelerinden biri, kendin için istediğini kardeşin için de isteyebilme erdemini gösterebilmektir. Ne yazık ki insanlık bu ilkenin gereğini yerine getirmek şöyle dursun, aksine kendine sürekli düşmanlar üretmeye devam ediyor. Benim gibi olan/olmayan, benim dinimden olan/olmayan, benim milletimden olan/olmayan gibi ayrıştırmalar, hiç sona ermiyor. Korkular, kaygılar ve endişeler üzerinden insanlık birbirini kategorize etmeye devam ediyor. Ve dünyayı kendisi için tehlikeli olan ve olmayan olarak ayrıştırıyor. Kaygı ve güven kıstasını buna göre oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında 11 Eylül olayları, İslam ve Müslümanlar için tam bir dönüm noktasıdır. Zira bu tarihten itibaren Müslümanlar tehlikeli olan kategorisine yerleştirilmeye başlandı ve tehdit olarak görüldü. Dahası İslam bir din olarak değil, bir korku kümesi olarak algılanmaya başlandı. Bu korku üzerinden bir endüstri oluşmasına zemin hazırlandı. Çağdaş dünyanın her türlü enstrümanı bu korku için kullanıldı. Hatta savaş mağduru insanları sınırlarına almayan ülkelerin kendilerince en güçlü, en ikna edici argümanı bu korku oldu.
İslamofobia, aslında büyük bir sürecin yalnızca görünen yüzüdür. İslamofobia, hiçbir zaman uluslararası siyasetten, ekonomiden, çıkar ilişkilerinden, üstünlük taslama iddialarından ve küresel hegemonya hedeflerinden bağımsız değildir. Şurası bir gerçek ki İslamofobi endüstrisini üretenler, aslında kendilerinden korkuyorlar. Yıllarca işgallerle, istilalarla, sömürgelerle, istibdatlarla, haksızlıklarla, adaletsizliklerle, zulümlerle kurdukları düzenlerinin bir gün yok olmasından korkuyorlar. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi. Korku endüstrisinden nemalananlar, İslam’ın hak, hukuk, adalet, ahlak ve fazilet dini olduğunu, yeryüzünde barışı, huzuru ve güveni tesis etmek üzere geldiğini, canı, malı, nesli, aklı ve dini korumayı esas aldığını, tüm insanlığı sahili selamete ulaştıracak yegâne hayat ölçüsünün ve kurtuluş reçetesinin sadece ve sadece son hak din İslam, son hak kitap Kur’ân-ı Kerim ve son hak peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın mesajlarında mündemiç olduğunu pekâlâ biliyorlar. Tıpkı Ebu Cehiller gibi, tıpkı Ebu Lehebler gibi. Bu nedenle İslam korkusunu sürekli gündemde tutuyorlar, İslam korkusunu canlı tutacak enstrümanları da. Halk nezdindeki kaygıları artırmak ve bunu somut bir korkuya dönüştürmek için medya dâhil tüm enstrümanlar çok iyi kullanılıyor. Algılar kusursuz yönetiliyor. Sürekli hile ve tuzaklarla, yalan ve iftiralarla İslam dini ve Müslümanlar karalanmak isteniyor. İslamofobi endüstrisi ile bir taraftan özellikle Batı toplumlarında geniş halk kitlelerinin İslam’dan ve Müslümanlardan nefret etmesi sağlanıyor, bir taraftan Müslümanlara dünya dar edilmek isteniyor, bir taraftan da İslam coğrafyası her türlü müdahaleye açık hale getiriliyor. Son tahlilde bütüncül bir bakış açısıyla baktığımızda DEAŞ, Boko-Haram, eş-Şebab, el-Kaide gibi terör örgütleri acaba Müslümanlara mı, yoksa İslamofobia’ya mı hizmet etmektedir, sorusunu sormak gerekiyor. Bu tür terör örgütlerinin İslamofobia’ya hizmet ettiği açıktır. İslamofobia, korkudan beslenen çevreler için her açıdan çok kullanışlı bir enstrüman. Ancak bu korku üretimi karşısında sessiz kalmamak gerekiyor. Eğer sessiz kalınırsa nelerin olabileceğini tarih bize çok hazin bir biçimde Avrupa’nın ortasında antisemitizm örneğinde gösterdi. Karışmamanın, görmemiş, duymamış bilmemiş olmanın olayın dışında kalmak anlamına gelmediğini dehşet içinde, tüylerimiz ürpererek Bosna’da gördük. Bugüne geldiğimizde ise Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Mısır’da, Yemen’de, Sudan’da, Somali’de, Nijerya’da, Mynmar’da, Arakan’da yaşananlar ortada.
Aslında bugün tehdit altında olan sadece İslam veya Müslümanlar değildir. Tehdit altında olan uzlaşı kültürüdür, birlikte yaşama ahlakı ve hukukudur. Tehdit altında olan bireysel özgürlüklerdir, temel insan haklarıdır, tüm insanlığın geleceğidir. Öyleyse İslamofobia’yı aşmak, bu yersiz ve anlamsız korkudan bütün insanları kurtarmak için biz Müslümanlar başta olmak üzere tüm insanlığın üzerine düşen çok önemli görevler bulunmaktadır.
Her şeyden önce iyi bilinmelidir ki korkunun ve tehdidin mahalleye, sokağa inmesi yalnızca terör şebekelerinin elini güçlendirir. Bu noktada medya sektörünün çok büyük sorumlulukları bulunmaktadır. Medya kitleleri bilgilendirmekle yükümlüdür ve varlık gerekçesini oradan devşirir. Fakat korku salmak, korkunun zeminini hazırlamak ile bilgilendirmek arasında fark vardır. Medya dili gösteri sunmayı öncelediği anda kutuplaştıran bir dile kayar. Medyanın başarı referansı sadece izleyici sayısı olduğu sürece de medyadan gösteri yapması dışında bir şey beklemek beyhudedir. Dolayısıyla medya asli görevine dönmeli ve bize olup bitenleri tarafsız olarak göstermelidir. Bunu yaparken sunduğu içerik kadar sunduğu dile de dikkat etmelidir. Kitleye inen bilgi kontrol edilemez bilgidir. Bu sebeple medyanın sunduğu bilgi tarafgirlik, korku ve ayrımcılıktan uzak olmalıdır. İslamofobia sokaklara indiğinde çözüme yaklaşılamaz, aksine sorun iyice büyütülmüş olur. Sorunu büyütmek ise bilgilendirmek değil, gösteridir.
İkincisi; bilginin hangi düzeyde ve ne oranda konuşulacağına dair geçmişten günümüze uzlaşılar vardır. Herkesin bilmeye hakkının olması, herkese her şeyi bildirmemizi gerektirmez. Yalnızca herkese öğrenmenin yollarını açık tutmamız kâfidir. Diplomatik düzeyde tartışılması gereken hususlar, emniyet birimlerince çözülmesi gereken meseleler kitleye indiğinde faydadan çok zarar getirir. Ya da sadece İslâm âlimlerinin müzakere etmesi gereken dini meselelerin, kişiye özel dini konuların kamu önünde konuşulması faydadan çok zarar getirir.
Üçüncüsü; tarafgirlik, endişe, korku gibi güçlü duyguları esas alan söylemler çoğunlukla çözüm üreten değil, sorun artıran söylemlere dönüşmektedir. Kitlelerin kaygılarından en çok radikal söylemler fayda sağlamaktadır. Radikal söylemlerin artması ve güçlenmesi ise her türlü söylemi etkilemektedir. Ne yazık ki bugün birçok ülkede söylemler gittikçe daha sert ve ayrıştırıcı özellik kazanmaya başlamıştır. Kültürel ırkçılık söylemleri giderek artış gösterme eğilimindedir. Bu da ayrımcılığın ve ötekileştirmenin artmasını sağlayan döngüye katkı sağlamaktadır. Bu döngüden kurtulmanın yolu, her kesimin kendi alanına dönmesinden geçmektedir.
Dördüncüsü; kendi alanına odaklanması gereken bir diğer grup ise dini aktörlerdir. Dini yapılar, havralar, kiliseler, dini kurumlar itidalin imkânını oluşturmak için çaba göstermelidir. Din, gündelik rüzgârlardan etkilenmeyen, kendisine her döndüğümüzde bize doğru olanı söyleyen bir mihenk taşıdır. Dini söylemi üreten kurumlar bu mihenk taşını günümüz meseleleri için de sağlamak sorumluluğundadırlar.
Beşincisi; mihenk taşı olması gereken diğer bir alan ise bilim dünyasıdır. Ne var ki bugün sosyal bilimler ve felsefe gittikçe kendisini sorgulayan ve beraberinde içe kapanmayı getiren bir sürece girmiş bulunmaktadır. Kendi usüllerini sorgulayan beşeri bilimler günün meselelerine cevap vermek zorunda kaldıklarında eski ve artık sorguladıkları, bütünde kabul etmekte zorlandıkları yöntemlere başvuruyorlar. Böylelikle çözüm umduğumuz yerde yalnızca yarı çözümler bulmaktayız. Aradaki boşlukları ise yine kitleler ve popülerlik üzerinden kurgulanmış yarı bilimsel söylemler dolduruyor.
Özetle, bugün İslamofobia’ya dair sorunu ve çözümü yalnızca İslamofobia bağlamında değerlendirmek, meseleyi esaslı olarak ele almak demek değildir. Sorunu daha bütüncül bir bakış açısıyla ve tüm yönleriyle ele almak durumundayız.