Prof. Dr. Kaşif Hamdi OKUR | Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
İslam dininin getirdiği hükümlerin beş temel esası korumaya yönelik olduğu, hatta bu beş esası korumayı hedeflemeyen herhangi bir inanç ya da hukuk sisteminin bulunmadığı, usul literatüründe sürekli vurgulanan temel esaslardandır. (Örnek olarak bk. Gazâlî, el-Mustasfâ, Kahire 2011, I, 538; Abdurrahman Tâc, es-Siyasetü’ş-şeriyye ve’l-fıkhü’l-İslâmî, Kâhire 2014, s. 91.) Bu esaslar dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunmasıdır. Dinin güvenlik altına alınmasıyla ilgili en önemli husus, dinî metinlerin sağlıklı anlaşılması ve yorumlanmasıdır. Bu konuda temel kriter ise yapılan yorum ve değerlendirmelerin, ümmetin Hz. Peygamber’den itibaren bir miras olarak teslim aldığı ana çerçeveye uygunluğudur. Nitekim İslam kamu hukukuna dair eserlerde kamu otoritesinin birinci vazifesi olarak, dinin Hz. Peygamber’den itibaren ümmetin ittifakla kabul ettiği çizgiye uygun bir şekilde muhafaza edilmesi, bu temel çizgiyi zorlayan yaklaşımların hatalı taraflarının ortaya konması, bu surette din güvenliğinin sağlanması zikredilmiştir. (Mâverdî, Kitâbü’l-Âhkâmi’s-sultâniyye, Kuveyt 1989, s. 22.) Bu bağlamda dinî metinlerin hatalı yorumlanması neticesinde yanlış sonuçlara varılması, sahabe döneminde de üzerinde hassasiyetle durulan bir problem olmuştur. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında içki içen ve bu tavırlarını “İman edip salih ameller işleyenlere, tatmış oldukları şeylerden dolayı bir günah yoktur…” (Maide, 5/93.) ayetiyle temellendirmek isteyenlere karşı İbn Abbas bu ayetin, içkinin haram kılınmasından önce ölenlerin yasaklama öncesi dönemde alkol aldıkları için günaha girmediklerini ifade etmek amacıyla nazil olduğunu söyleyerek yaptıkları yorumun yanlışlığını ortaya koymuştur. Hz. Ömer de içki içen ve bu tavrını ayeti yorumlayarak temellendirmek isteyen bir kişiyi, Hz. Ali’nin önerisi doğrultusunda seksen kamçı cezasına çarptırmıştır. Bu olay öncesi dönemde, sarhoş olanlara kırk kamçı cezası uygulanıyordu. (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Beyrut 2003, VIII, s. 556; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988, VI, 192-193.) Ele aldığımız örnek sahabe neslinin dinî metinlerin yanlış yorumlanıp hatalı sonuçlar çıkarılmasına karşı gösterdikleri hassasiyeti, din güvenliğini sağlamak için sarf ettikleri çabayı göz önüne sermektedir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e kitabı tebliğ etmek ve öğretmek görevi verildiği gibi, onun elçiliğinin yalnız kendi dönemi için değil gelecek kuşaklar için de bağlayıcı olduğunun altı çizilmiştir. (Cuma, 62/2-3.) Hz. Peygamber’in sağlığında Müslümanlar dinî hükümleri bizzat ondan öğreniyorlardı. Vahiy ve vahyin anlaşılma ve uygulanmasını gösteren Hz. Peygamber’in sünneti, dinin temel kaynağını oluşturmaktaydı. Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında ise sahabenin Kur’an ve sünneti anlayıp yorumlayarak sorunlarını çözmek için içtihat yapmanın dışında bir seçenekleri kalmamıştı. Böylece sahabe nesli, sonraki kuşaklara da ışık tutacak şekilde naslara dayalı içtihat ve akıl yürütmenin ilk örneklerini ortaya koydu. Sonraki kuşaklar da sahabe uygulamalarına dayanarak dini anlamada başvurulacak kaynaklar ve kullanılacak yöntemlerle ilgili sağlıklı bir çerçeve çizmeye çalıştılar. Bu bağlamda Hanefi usulcülerce geliştirilen sınıflama oldukça dikkat çekicidir. Dinî referansların merkezine Kur’an ve maruf (mütevatir-meşhur) sünnet yerleştirilmiş, rivayet külliyatında yer alan malzemeler ise bu iki kaynağa aykırı olmadığı ölçüde kabul görmüştür. Nakli delilin bulunmadığı meselelerde ise akıl yürütme ve kıyas devreye girmiştir. (Debûsî, Takvîmü’l-edille, Beyrut 2001, s. 196-197; Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, Beyrut 2005, s. 283-284.) Klasik usulün dinin temel kaynağı olarak Kur’an ve sünneti kabul etmesi, buradaki temel esasları icma çerçevesinde korumaya alması dinî hükümlerin teşekkül ve intikal süreciyle de uyum içerisindedir. İcma klasik usulümüzde -günümüzde yaygın olarak tasavvur edildiğinin aksine- ileriye dönük ve ilkten problem çözücü bir işlev üstlenmemiştir. Aksine Kur’an ve sünnetteki temel verileri tespit edici, koruyucu bir kalkan mesabesinde olmuştur. Bu bakımdan işlevi ileriye dönük değildir. Literatürde geçen Kur’an-sünnet-icma sıralaması bir şerefiye sıralaması olup, kimi usulcülerin dikkat çektiği üzere (Karâfî, Şerhu Tenkîhi’l-fusûl, Beyrut 2004, s. 264; Tûfî, Şerhu Muhatasari’r-Ravda, Beyrut 1987, III, 25, 29-30.) bu deliller içerisinde en kuvvetlisi icmadır. Zira bir konuda icma olduğunu söylemek, konuyla alakalı Kur’an ve sünnetteki bütün veriler değerlendirildikten sonra bir sonuca varıldığını söylemektir. En temel referans kaynağımız olan elimizdeki Kur’an metinlerinin, Cebrail’in Hz. Muhammed’e tebliğ ettiği ayetleri muhtevi olduğunu bize tekeffül eden de icmadır. (Sığnakî, el-Kâfî şerhu’l-Pezdevî, Mektebetü’r-rüşd, Riyad 2001, IV, 1630-1631; Abdülaziz el-Buhari, Keşfü’l-esrar, İstanbul 1308, III, 266.) Yani bugün elimizde bulunan, Mushaflarda yazılı olan, Fatiha suresinden başlayıp Nas suresinde sona eren metnin, Hz. Peygamber’e inzal edilen Kur’an olduğunu, ümmetin bu metni nazil olduğu şekilde hafıza ve yazıyla tespit edip kuşaktan kuşağa tevatür yoluyla aktardığını bize söyleyen delil icmadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in yanı sıra namaz ve zekât gibi temel ibadetlerin çerçevesi ve uygulanış biçiminin, Müslümanların bunların tespit ve naklinde icmayı gerçekleştirmesi dolayısıyla bize kadar ulaşmıştır. (Abdülaziz el-Buhari, Keşfü’l-esrar, III, 266; Bâbertî, et-Takrîr, Kuveyt 2005, V, 408-409.) Bu tespitlerden de anlaşılacağı üzere icma, günümüzde tahakkuku mümkün olan ve aynı zamanda olması gereken bir durum da değildir. Zira icmaa konu olan meseleler, tabiatı itibarıyla “cümelü’l-feraiz" dediğimiz temel esaslarla sınırlıdır. İcma iddialarıyla bu sayıyı artırmak isabetli görünmemektedir. Aksine sahih usul içerisinde üretilmiş görüşler, ihtilafın rahmet yönünü tecelli ettirecek birer alternatif olarak değerlendirilmelidir. (Bu hususlar için bk. H. Yunus Apaydın, İslam Hukuk Usulü, Kayseri 2016, s. 73-75.) Kur’an-maruf sünnet-icmadan müteşekkil bu ana eksen etrafında üretilen görüş ve yorumlar ise her zaman tartışılmaya, ihtiyaç ve şartlara göre değiştirilmeye müsaittir.
Burada şu husus özellikle vurgulanmalıdır: Sahabe döneminden itibaren bütün Müslüman ulemanın ortak kanaatine göre dinimizin temel referans kaynağı Allah’ın Kitabı ve bu kitabı insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bunların dışında Allah’ın bazı insanlarla özel iletişimi olduğu, bu özel kişilerin ilham ve rüyalarının da bağlayıcı bir hüküm kaynağı niteliği taşıdığı iddiasını ileri sürmek, her şeyden önce Yüce Allah’ın dinin tamamlandığına ilişkin beyanına (Maide, 5/3.) aykırıdır. Hz. Peygamber’in vefatıyla vahiy sona ermiş, artık içtihat devri başlamıştır. Nitekim Hz. Ali ehlibeytin elinde Rasulüllah’ın diğer insanlara açıklamadığı özel bilgiler olup olmadığı sorusuna, “Hayır! Bizde Allah’ın Kur’an’ı anlamak için insana verdiği anlayış kabiliyetinden başka özel bir şey yoktur.” cevabını vermiştir. (Ebu Davud, “Diyât”, 11; Ahmed b. Hanbel, I, 79.) Müçtehitlerin içtihat neticesinde elde ettikleri bilgiler ise hatalı olma ihtimalinden uzak değildir. Ancak bir müçtehit gerekli çabayı gösterip bir sonuca ulaştığında, üzerine düşeni yapmıştır. Onun içtihadına uyanlar da dinen sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Fakat keşif ve ilham gibi subjektif hususlar, bireysel bir tecrübe olarak kabul edilebilirse de, hüküm koyma bağlamında dinde kaynak olamazlar. Bu bakımdan keşif sahibi olduklarını düşündükleri bir kişinin, hatalı kanaatlerine uyanların dinen mazur sayılamayacakları, bizzat tasavvuf yolunun önde gelen büyükleri tarafından açıkça belirtilmiştir. (İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, İstanbul ts., çev. Müstakîm-zâde, I, 47 (31. Mektup).) Zira Molla Gürani’nin de vurguladığı gibi, ilham aldığını iddia eden kişilerin direktiflerini dinde kaynak kabul etmek büyük bir bidat ortaya atmak ve Hz. Peygamber’den sonra yeni bir din kurmaya yeltenmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu tür anlayışlara karşı çıkmak her Müslümanın vazifesi olmalıdır. (Molla Gürânî, ed-Dürerü’l-levâmî, Beyrut 2007, s. 565.) Ülkemizde 15 Temmuz sürecinde yaşananlar da İslam âlimlerinin bu tespitinin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Ehlisünnetin ana omurgası çerçevesinde keşif, ilham ve keramet birer olgu olarak kabul edilmiş, deruni dinî tecrübenin bir yansıması olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu tecrübenin bireysel olduğu, başkaları için kaynak ve referans teşkil etmeyeceği, hatta olabildiğince gizli tutulması gerektiği ifade edilmiştir. Tasavvuf literatürünün ana kabulü de bu merkezdedir. (Bu hususlarla ilgili olarak bk. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Literatüründe Keşif ve Keramet, İstanbul 2017, s. 36-38, 105.) Mamafih kimi sufî çevrelerce keşif yoluyla hadislerin sıhhatinin tespit edilebileceği öne sürülmüşse de bu yaklaşım kabule şayan görülmemiştir. (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, Kahire 1351, I, 10; Muhammed Ahmed Uleyş, Fethu’l-aliyyi’l-mâlik, Beyrut ts., I, 54; Cemalüddin el-Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, Beyrut 1987, s. 191-193.) Aksine dinî hükümleri öğrenmek ve mükellefiyet bakımından, velî olduğu kabul edilen kişilerin de diğer Müslümanlarla aynı statüde olduğunu İmam-ı Rabbânî şu cümlelerle ifade etmektedir: “Pes mukarrer oldu ki ahkâm-ı şeriyyenin isbatında muteber olan Kitab ve Sünnettir. Ve kıyâs-ı müctehidân ve icmâ-i ümmet dahi müsbit-i ahkâmdır. Bu edille-i şeriyye-i erbeadan sonra hiçbir delil müsbit-i ahkâm-ı şeriyye olamaz. İlham, müsbit-i hıll ü hürmet olmaz. Ve erbâb-ı bâtının keşfi isbât-ı farz ve sünnet eylemez. Taklîd-i müctehidânda velâyet-i hâssa erbabı, âmme-i Müminânla beraberlerdir. Keşf ve ilham onlara meziyyet-bahş olmaz ve ribka-i taklîdden azâd eylemez. Zünnûn ve Bestâmi ve Cüneyd ve Şiblî, avâm-ı Müminân olan Amr ve Bekir ve Halid ile taklîd-i müctehidânda ve ahkâm-ı ictihâdiyyede müsavidirler.” (İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 66 (55. Mektup).) Tasavvuf dünyasının önder isimlerinden olan İmam Rabbani’nin bu ifadeleri, tarihin belirli dönemlerinde bazı sufi çevrelerde dile getirilen, mevcut usul çerçevesinde ortaya konan bilgilerin zâhir ilmi olduğu, Kitap ve sünnet haricinde doğrudan Hz. Peygamber’e ve Cenab-ı Hakk’a müracaatla bâtın ilmi çerçevesinde helal ve haramın tespit edilebileceği, halvet süreci ve şeyhin himmetiyle Allah’a ulaşılıp dinî bilginin elde edilebileceği, dolayısıyla kitaplardan bilgi edinme ve tahsil sürecinin gereksiz olduğu gibi iddiaların (İmam Birgivî, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye, Dımaşk 2011, s. 55-56.) hem temelsiz hem de tehlikeli olduğunu ortaya koymaktadır. Vurgulanması gereken bir diğer nokta da şudur: Keşif ve ilhamın hüküm kaynağı olarak görülmesindeki probleme dikkati çekmenin, tasavvuf ve irfan geleneğine cephe almak şeklinde gösterilmeye çalışılması fevkalade yanlış ve yanıltıcıdır. Aksine bu tavır, ehlisünnetin ana çizgisinin ve bu çizgideki tasavvuf geleneğinin konuyla ilgili temel yaklaşımına dikkat çekmekten ibarettir. Hele hele bu tutumun dinin irfani boyutunu dışlayıcı, selefi bir tavır olarak nitelendirilmesi tamamen, üzüm yeme değil bağcıyı dövme amacına matuftur. Zira tarihî tecrübe, iktidarı ele geçirmek için birçok dinî kavramın yanında tasavvufi kavramların da istismar edildiğini, “şeyhimiz huruc eder biz dahi beyler oluruz” anlayışıyla hareket edenlerin sayısının hiç de az olmadığını göstermiştir. Osmanlı müverrihlerinin ifadesiyle “Ahbap ve meredenin kesreti ve meşayihin bu makûle ifrat üzere cem‘iyyeti, hubb-i riyasete bâdî ve giderek saltanat davasına müeddî olagelmiştir.” tespiti yapılmış ve zararlı oluşumlara karşı o dönemde gerekli tedbirler alınmıştır. (İlgili hususlar için bk. Âşık Paşa-zâde, Âşık Paşa-zâde Tarihi, nşr. Âlî Bey, İstanbul 1332, s. 92; Naîmâ, Târîh-i Naîmâ, Matbaa-i Âmire 1283, III, 335-336, 390.) Şu anda içinde bulunduğumuz süreci doğuran hadiseler, bahsettiğimiz olgunun yalnız tarihin tozlu sayfalarında kalmadığını göstermiştir. Günümüzde de benzer olumsuzlukların yaşanmaması için, dinin anlaşılması konusunda kökenleri sahabe dönemine kadar uzanan ana çizginin çerçevesini belirleyen “usule” bağlı kalınmalıdır. Cibril hadisindeki “İman” ve “İslam” kavramlarının izdüşümü olan “kelam” ve “fıkıh/fıkıh usulü” disiplinleri bu usulün temelini oluşturmuştur. “İhsan” kavramının izdüşümü olarak da, bu iki disiplinin çizdiği çerçeveyle uyum içerisinde faaliyet icra eden tasavvuf disiplini yerini almıştır.
Sonuç olarak; dinin sağlıklı ve doğru anlaşılıp yorumlanabilmesi için, Müslümanların Hz. Peygamber ve sahabe neslinin uygulamaları ışığında geliştirdikleri “usulü’d-din” ve “usulü’l-fıkh” disiplinlerine dayalı metodolojiye bağlı kalınması olmazsa olmaz bir sabitedir. Bu çizgiden sapmak ya keşif ve ilham iddialarıyla yeni dinî hüküm ihdasını öngören subjektif yönelimlere veya dinin tek kaynağının Kur’an metni olduğunu iddia edip, bu metni de çeşitli dünya görüşleri ışığında tevil edilebilen esnek bir zemin hâline getirme potansiyeline sahip diğer keyfi yaklaşımlara yol verecektir. Bu aşırı uçlara düşmemek, yazı boyunca vurgulandığı üzere, “ana yola” ve onu ayakta tutan “usule” bağlı kalmakla mümkündür.