Tarih: 04/07/2005
Sigorta; sigortacının, bir prim karşılığında diğer bir
kimsenin para ile ölçülebilir bir menfaatini halele uğratan bir tehlikenin
(rizikonun) meydana gelmesi halinde tazminat vermeyi yahut bir veya birkaç
kimsenin hayat müddetleri sebebiyle veya hayatlarında meydana gelen belli bir takım
hadiseler dolayısıyla bir para ödemeyi veya sair edalarda bulunmayı üstlendiği
bir akittir (Türk Ticaret Kanunu Madde 1263).
Sigorta, İslâm'ın ilk dönemlerinde bilinmeyen, yakın zamanlarda ortaya çıkmış
bir akittir. Bu nedenle sigorta konusunda fıkıh kaynaklarımızda bir açıklama
bulunmamaktadır. Bu konuda ilk defa görüş beyan eden, İbn Âbidîn'dir. Adı geçen
müellif sigorta konusunu, Raddü'l-Muhtâr adlı haşiyesinin Kitabu'l-Cihâd
bölümünün Müste'men alt başlığı altında ele almıştır.
Çağdaş araştırmacılar sigorta konusunu incelemiş ve dinî hükmünü açıklamaya
çalışmışlardır. Sosyal sigortalar ve karşılıklı sigortanın caiz olduğu
konusunda bu bilginler ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın hükmü
konusunda görüş ayrılığı içerisindedirler. Ticarî sigortanın hükmü konusunda üç
ayrı görüş bulunmaktadır:
1. Birinci görüşe göre, ticarî sigortaların hiçbir çeşidi caiz değildir. Zîra
ticarî sigortada bilinmeyen unsurlar bulunmakta, bu işlem kumar veya müşterek
bahse benzemekte, faiz içermektedir. Ayrıca sigorta haksız tazmindir. Sigorta
akdi, güvence gibi objektif olmayan bir şeyin satışıdır. Sigorta ve özellikle
hayat sigortasında takdir-i ilâhîye meydan okuma vardır. İslâm'ın yasakladığı
bu unsurları taşıyan sigortanın da haram olması gerekir. Buna göre,
sigortacının prim, sigortalının da tazminat alması caiz değildir.
2. İkinci görüşe göre, hayat sigortası caiz değildir; mal ve eşya sigortası ise
esas itibariyle caiz olmakla birlikte, dinen hoş değildir. Ayrıca faiz esasına
dayanan sigortalar caiz değildir.
3. Üçüncü görüşe göre, sigortayı yasaklayan kesin bir nass bulunmadığından,
faiz karışmaması ve genel ahlâka aykırı olmaması şartıyla sigortanın bütün
çeşitleri caizdir. Zira akitlerde asıl olan, yasaklayıcı bir nass
bulunmadığında helal olmasıdır.
İslâm dini, yeni gelişmeler karşısında ortaya çıkan durum ve şartlara cevap
verebilecek özelliğe sahiptir. Hz. Peygamber döneminde bulunmayıp daha sonra
ortaya çıkan akitler için de durum böyledir. Bu akitler, İslâm hukukunun
esaslarına muhalif bir unsur ihtiva etmiyor; akdin mevzuu, irade beyanı,
karşılıklı rıza gibi dinen aranan bütün unsur ve şartları taşıyorsa sahihtir.
Sigorta da, Hz. Peygamber döneminde olmayan ve klasik fıkıh kaynaklarında yer
almayan, yeniçağda ortaya çıkmış bir akittir. Bu itibarla sigorta, dinin
maksatları doğrultusunda ve nassların genel ilkeleri ışığında değerlendirilerek
hükmü ortaya konabilir. Bu amaçla öncelikle sigorta konusunda yapılan tenkitler
ele alınacak, daha sonra da genel bir değerlendirme yapılacaktır.
a) Sigorta ve Garar/Cehalet İlişkisi
Bazı bilginler, sigorta akdi yapılırken, rizikonun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği, gerçekleşmesi halinde ne kadar tazminat ödeneceği
bilinmediği için garar unsuru taşıması sebebiyle caiz olmadığını
söylemişlerdir.
Garar, akdin haksız kazanca yol açacak ölçüde kapalılık taşıması demektir.
Hukukî işlemlerde ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, akdin
konusunun bilinir ve belirli olması gerekir. Kur'ân ve sünnette, sözleşmelerde
açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulmuştur (bk. Bakara
2/188; Nisâ 4/29).
Alışverişlerde gararı yasaklayan hadislerden (Buhârî, Buyû', 75; Müslim, Buyû',
4) hareketle İslâm hukukçuları, akitlerde önemli ölçüde kapalılık ve risk
içeren, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açan gararın yasak olduğu konusunda
ittifak etmişlerdir. Ancak hangi derecedeki gararın, hangi tür akitlerde etkili
olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genel olarak garar, önem ve derecelerine
göre; akdi iptal edici, akdi ifsat edici ve kaçınılması mümkün olmayan garar
şeklinde üçe ayrılabilir. Kaçınılması mümkün olmayan gararın akde herhangi bir
tesiri yoktur. Buna karşılık, önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, ana
karnındaki yavru, kaçmış hayvanın satımı gibi akitler batıldır. Kapalılık ve
risk, eğer akdin konusunun vasfı, miktarı ve vade gibi hususlarda olup, daha
sonra giderilebilir ölçüde ise, bu tür garar, akdi ifsat eder. Bu
belirsizlikler ortadan kalktığında, sahih bir akde dönüşür.
Cehaletle ilgili olarak; taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle
muhtemel olan akdin konusundaki cehaletin, akdin sıhhatine engel olduğu;
çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlarda ise, akdin sıhhatine
engel teşkil etmeyeceği konusunda alimler ittifak etmişlerdir.
Buna karşılık çekişmeye neden olması muhtemel durumlarda, akdin sıhhatine mani
teşkil edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Garar ve cehaletle ilgili düzenlemelerin amacı, hukukî işlemlerde karşılıklı
rızayı, açıklık ve dürüstlüğü sağlamak, tarafların beklenmedik bir zarar ve
risk altına girmesine, aldatılmasına engel olmaktır. Hz. Peygamber'in
yasakladığı tasarruflara bakıldığında, yasak olan gararın, karşılıksız olarak
bir tarafın kazancını diğer tarafın da zararını şansa bağlaması bakımından,
akdi kumar haline getirecek derecede aşırı belirsizlikler olduğu görülür. Buna
göre akdi bozacak gararın derecesi, günün şartlarına göre belirlenebilir;
ortaya çıkan yeni hukuki işlemler de bu doğrultuda hükme bağlanabilir.
Diğer taraftan garar, bizzat kendisi haram olduğu için değil, tartışmaya ve
insanların birbirlerini aldatıp haksız kazanç sağlamalarına yol açtığı için
haram kılınmıştır. Bu bağlamda sigorta değerlendirildiğinde sigortada,
tartışmaya yol açacak belirsizlik ve bilinmezliğin bulunmadığı görülür. Çünkü
sigorta, detaylı bir şekilde hukukta düzenlenmiş olup, kendine mahsus çok ince
hesaplarla işlemektedir.
Sigortada ihtimal unsuru yalnızca sigortacı için bahis mevzuudur; sigorta
edilen, kaza meydana gelirse sigortalıya tazminatı öder, gelmezse hiçbir şey
ödemez. Bunun yanında mezkur ihtimal ancak teker teker sigortaya bağlı akitler
ele alındığı zaman vardır, sigortacının yürüttüğü akitlerin hepsi göz önünde
bulundurulduğunda, sigorta sistemi için akde mani bir belirsizlik yoktur. Çünkü
sistem, sigortacı için dahi ihtimal unsurunu kaldıran istatistik bir esas
içinde bulunmaktadır.
Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer gibi büyük sahabe fakihlerinin ve
Hanefîlerin kabul etmiş oldukları muvâlât akdi, sigortada bulunan belirsizliğin
akdin sıhhatine mani olmadığını göstermektedir.
Bir çeşit yardımlaşma sözleşmesi olan muvâlât akdi, miras bırakacak hiçbir
akrabası ve yakını bulunmayan bir kişinin, diğer bir şahısla, ihtiyaç olursa
kendinin diyet borcunu ödemesi, buna karşılık kendisine mirasçı olması üzerine
yaptığı bir anlaşmadır. Bu akitle akraba çevresi bulunmayan bir kimse, Müslüman
toplumda kendine yardımcı ve çevre edinmiş olur. Diğer tarafın akdi kabul
etmesi üzerine, muvalât akdi yapan kişinin diyet ödemesi gerektiğinde, anlaşma
yaptığı mevlâsı diyetini öder; öldüğünde de geride mirasçısı bulunmaz ise
mirası himayeyi kabul eden kişi alır (bk. Mebsût, VIII/91 vd.).
Kaldı ki sigortadaki bilinmezlik tek taraflı iken, muvâlât akdinde iki yönlü
bilinmezlik mevcuttur. Şöyle ki, akdin kurulması esnasında, kimsesiz olan
kişinin kaza ile ölüme sebebiyet verip vermeyeceği bilinmediği gibi, ne kadar
miras bırakacağı ve mirasçı bırakıp bırakmayacağı da bilinmemektedir.
Diğer taraftan sigorta sistemi, bütün dünyada umumi iktisadi hayata bağlı diğer
sistemlere nispetle en büyük ve sağlam bir teâmül ve tedbir haline gelerek,
hukuken düzenlenmiştir. Bundan sonra, tartışmaya yol açacak belirsizlik olduğu
söylenemez.
b) Sigorta Kumar İlişkisi
Sigortayı değerlendiren günümüz bilginlerinden bazıları, sigortanın konusu olan
riskin olup olmayacağı belirsiz olduğundan kumar anlamı taşıdığını ileri
sürerek sigortanın caiz olmadığını söylemişlerdir.
Kumar, ortaya para koyarak oynanan talih oyunudur. Sigortanın kumara
benzetilmesi doğru değildir. Zira sigorta sözleşmeleri kumar ve bahis gibi
şansa bağlı sözleşmelerden değildir. Kumar ve bahiste taraflar, kararlaştırmış
oldukları parayı kaybetmeyi başta göze alıp, bir ihtiyacı karşılamayı değil,
oyun aracılığı ile emeksiz bir zenginleşmeyi amaçlamaktadırlar. Sigorta
sözleşmesinde ise sigortalının tesadüfe bağlı bir olaydan zenginleşmesi söz
konusu değildir. Çünkü sigortacı, risk gerçekleşince, üzerine aldığı riskin
meydana getirdiği zararı, sigorta sözleşmesine dayalı olarak öder. Sigorta
sözleşmesinde öngörülen riskin gerçekleşmesi halinde sigortalının uğradığı
zarar giderilmekte olup sigortalıya bir zenginleşme sağlamamaktadır.
Kumarda hiçbir surette dayanışma ve yardımlaşma özelliği ve niyeti yoktur.
Aksine, karşı tarafı mağlup etme ve malını alma niyeti vardır. Bu da
dayanışmayı değil, kin ve nefreti doğurur. Sigorta sözleşmelerinde ise, riskin
gerçekleşmesi, kumar ve bahiste olduğu gibi taraflarca istenilen bir durum
değildir. Ayrıca kumar ve bahiste tehlikenin (kaybetmenin) önlenebilme ihtimali
bulunmakla birlikte, sigorta sözleşmelerinde rizikonun önlenebilmesi söz konusu
değildir.
Kumarda alınan meblağın hiçbir sınırı yoktur. Kumarda insan bütün maddi ve
ahlâkî değerlerini yok edebilir. Sigortada ise belli bir kayıp (risk)
karşılığında, onun kadar alma söz konusudur.
Öncelikle kumarın haram olmasının birinci amili, daha önce de belirtildiği
gibi, ahlâkî ve içtimâîdir. Bu itibarla en büyük içtimâî ve ahlâkî dertlerden
biri olan kumar ile, faaliyet sahasında insanın malına ve canına dokunan
kazaların-felaketlerin zararını ve acısını azaltmak için bir tür yardımlaşma
olan sigorta sisteminin birbirine kıyaslanması uygun olmaz.
c) Sigortanın Konusu
Sigorta sözleşmesinde, sigortalının ödemiş olduğu prime karşılık, güven verme
gibi mücerret/sübjektif bir şey satıldığı ifade edilerek sigortanın caiz
olmadığı ileri sürülmektedir. Ayrıca güven vermek bir hayır işi olduğundan
bunun karşılığında para alınamayacağı iddia edilmektedir.
Sigortada gerçek karşılık, sigortalının ödediği primle elde ettiği teminattır.
Bu teminat ve taahhüt ise, risk meydana gelmeden, akdin yapılmasıyla hasıl
olmaktadır. Zira sigortalıya güvenlik veren bu taahhüt ve teminat sayesinde,
riskin meydana gelmesi ile gelmemesi, sigortalı açısından farksız hale
gelmektedir. Şöyle ki, risk meydana gelmezse mallarının, haklarının ve
menfaatlerinin zarar görmesi söz konusu değildir; risk meydana gelirse alacağı
tazminat sayesinde kaybı telâfi edilebilir.
Güvenin bir hayır işi olduğunu söyleyerek satışının caiz olmadığını söylemenin
de hiçbir delili yoktur. Kaldı ki bilginler, Kur'an öğretimi, imamlık,
müezzinlik gibi sırf ibadet ve hayır işinde dahi ücret alınmasının caiz
olduğunu söylemişlerdir.
d) Sigorta ve Haksız Tazmin İlişkisi
Sigorta konusunu araştıran bazı bilginler, sigortada haksız tazmin bulunduğunu
söylemektedirler. Onlara göre, sigortacı bu akitle, sigortalının zararını
ödemeyi üstlenmekte, böylece yükümlü olmadığı bir borcu yüklenmektedir. Meselâ,
emanet akdinde, emanet alanın, kusuru olmaksızın emanet olarak bırakılan malın
helak olması halinde, akitte şart koşulmuş olsa bile, tazmin edilmesi gerekmez.
Sigortada haksız tazmin söz konusu değildir. Zira sigortacı ödemeleri bilerek,
hesaplayarak ve isteyerek yapmaktadır. Kaldı ki bunun benzeri, kefalet, muvalât
gibi meşru akitlerde de bulunmaktadır. Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere göre
meçhul bir borca kefil olmak sahihtir ve gerektiğinde kefilin bu borcu ödemesi
gerekir. Mesela bir kişi, diğerine "şu yolu tutup git; çünkü emin bir
yoldur, eğer başına bir şey gelirse ben ödeyeceğim" dese, o da söz konusu
yoldan giderken soyulsa, teminat veren zararı öder (bk. İbn Âbidîn,
Raddu'l-Muhtâr, V/332).
İslâm dininde benimsenen âkile sistemi de, sigortanın haksız tazminat olduğu
gerekçesiyle reddedilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. Kaza ile bir
insanın ölümüne sebep olan kişinin ödemesi gereken tazminat, âkilesine, yani
erkek tarafından akrabalarına veya divan, meslek ve benzeri mensubu bulunduğu
gruba taksim edilir. Âkile sisteminin meşru olduğu konusunda sahih hadisler
bulunmaktadır (bk. Buhârî, Diyât, 24; Müslim, Kasâme, 11; Tirmizî, Diyât, 18).
Âkile sisteminde, tazmînatın taksim edilmesi iki hikmete yöneliktir: a) hata
ile diyeti gerektiren bir eylemi işleyen kimsenin ağır malî yükünü hafifletmek,
b) kazâya uğrayanların heder olmasını önlemek. İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr adlı
eserinde, "? İslâm'dan önce iyilik olsun diye ve asalet icabı tazminatı
yükleniyorlardı; İslâm da bunu kabul etti; yani gerekli ve mecbur kıldı. Bu
adete insanlar arasında rastlanır; hırsızlık, yangın gibi bir zarara maruz
kalan kimse için -aynı sebeple- yardım toplarlar." demektedir (bk. İbn
Âbidîn, Raddu'l-Muhtâr, VI/640 vd.).
Malikîlerin kabul ettiği borçlu kılan vaat de, sigortacının riski üstlenmesinin
aykırı olmadığını göstermektedir: Bir şahıs diğerine -aslında mecbur olmadığı
halde- ödünç veya iğreti vereceğini yahut da bir zararı karşılayacağını vaat
etse bu vaat ile borçlu hale gelir. Söz verilen şahıs zikredilen sebebi yapmaya
teşebbüs etmedikçe söz veren cayabilir, teşebbüsten sonra ise cayamaz. Meselâ
bir şeyi satın almak isteyen kimseye almak istediği şeyin bedelini vaat etmesi,
onun da satın alması; evlenmede mehir meblağını ödünç vereceğini söyleyip
berikinin buna güvenerek evlenmesi gibi durumlarda söz borçlu kılar. İbn Rüşd
bunu "çünkü bu, satışa bağlanmış bir vaattir; vaat bir sebebe bağlandığı
zaman, sebep gerçekleşince yerine getirilmesi gerekir. Görüşler içinde en
yaygın olanı budur" şeklinde izah etmektedir (Uleyş,
Fethu'l-Aliyyi'l-Malik fi'l-Fetâ Alâ Mezhebi'l-İmâmi'l-Mâlik, I/241 vd.). Buna
göre, "sigorta akdi, sigortacının, borçlandıran vaat yoluyla, meydana
gelmesi muhtemel bir olayın zararını, vaat edilen şahıs adına yüklenmesinden
ibarettir" denilebilir.
e) Sigorta ve Faiz ? Haksız Kazanç İlişkisi
Sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginler, sigortada üstlenilen risk
meydana geldiğinde ödenen tazminatın fazla olması durumunda alınan ile ödenen
arasında fark bulunduğundan faiz olduğunu, denk olması halinde de vadeli olarak
nakdin satılması nedeniyle faiz gerçekleştiğini söylemektedirler. Ayrıca
sigorta şirketlerinin primleri faize yatırarak değerlendirdikleri de öne
sürülmektedir. Sigortada üstlenilen riskin meydana gelmemesi veya tazminatın az
olması durumunda ise, sigortacının karşılığı olmayan, haksız bir kazanç elde
ettiği ifade edilmektedir.
Faiz, akitte şart koşulmuş bulunan karşılıksız fazlalık veya ribevî mallardan
aynı sınıfa dahil olanların birbirleriyle veresiye olarak satılması anlamına
gelmektedir (Mebsût, XII/109; Muğnî, IV/3). Faizi diğer muamelelerden ayıran en
önemli özellik, fazlalığın lafzen veya hükmen akitte şart koşulmuş olmasıdır.
Meselâ borcun iadesinde, bir hediye verilmesi halinde, bu fazlalık şart
koşulmadığı için faiz değildir.
Genel olarak sigortada, mutlak anlamda faizin tanımında yer alan "şart
koşulmuş karşılıksız fazlalık" bulunmamaktadır. Sigorta, prim karşılığında
tazminatın satışı olmayıp, güven ve teminat verme karşılığında prim almaktır.
Sigortacının prim almasına rağmen kaza meydana gelmediği takdirde bu primin
karşılıksız olduğu söylenemez; zira sigortacının sigorta sözleşmesinden doğan
borcu sadece riziko gerçekleşince sigorta tazminatını ödemek değil bunun
yanında sigorta süresi içinde muhtemel rizikoyu da üzerinde taşımaktır. Bu
çerçevede sigortacının rizikoyu üzerinde taşıma borcunun karşılığını,
sigortalının prim borcu oluşturmaktadır.
Diğer taraftan sigorta sistemi, sigortalının, faizde olduğu gibi daha çok
kazanması amacına yönelik olmayıp, kaybının telafisi esası üzerine çalışır.
Kaza sigortalarında sigortacı, sigortalının gerçekten uğradığı zararı,
tehlikenin oluşması ile sigorta ettirdiği malda meydana gelen azalmayı telafi
etmektedir. Bu sebeple sigortacının vereceği tazminat miktarı, sigortalının
maruz kaldığı zararı ve sigorta sözleşmesinde belirlenen sigorta bedelini
hiçbir şekilde aşmamaktadır. Bu suretle, sigortalının sebepsiz yere mal
kazanmış olmasına imkan verilmemektedir.
Sigortacının, birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve
yatırım sistemi primleri dışındaki paraları hangi alanda değerlendirdiği,
sigortacı ile sigortalı arasındaki ilişkide ve sigortanın hükmü üzerinde etkili
değildir. Bu konuda sorumluluk sigortacıya aittir.
Ancak ticarî sigorta çeşitlerinden birikimli hayat sigortası ile bireysel
emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminde, genel olarak primler şirketler
tarafından nemalandırılarak iştirakçilere kâr payı dağıtılmaktadır. Bu da bir
nevi ortaklık olduğundan, yatırılan primlerin değerlendirilme alanları dînî
hüküm bakımından önem kazanmaktadır. Buna göre yatırılan primlerin, dinen helâl
olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda, bu tür birikimli hayat sigortası
yaptırmak ve bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemine dahil olmak ve
bunların verdiği kar paylarını almak caiz; helâl olmayan alanlarda
nemalandırılması halinde ise caiz değildir. Diğer taraftan, belli bir süre prim
ödendikten sonra, sigorta şirketinin maktu bir meblağ ödemesi veya aylık
bağlaması şeklinde yapılacak hayat sigortası; paranın vadeli olarak satışı
olacağından faiz kapsamında değerlendirilir.
f) Sigorta ve Kader İlişkisi
Sigorta akdinde, özellikle hayat sigortasında Allah'ın kudretine meydan okuma
manasının mevcut olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki sigorta, sigortalanan
riskin vuku bulmayacağının değil, vuku bulduğu takdirde riskin meydana
getireceği zararları tazmin edilmesi veya hafifletilmesinin taahhüdüdür.
Sigorta, kişinin yalnız başına taşıyamayacağı bir zararı, diğer sigortalıların
katkılarıyla sigortacının üstlenmesidir.
Özet olarak;
Akitlerde asıl olan caiz olmaktır; İslâm'ın öngördüğü temel prensiplere aykırı
bir husus içermeyen ve akdin dinen aranan bütün unsur ve şartlarını taşıyan her
akit sahihtir. Bu itibarla, Asr-ı saadette ve müçtehit imamlar döneminde
bilinmeyen ve yakın zamanda ortaya çıkan sigorta da, söz konusu unsur ve
şartları taşıması halinde caizdir.
Bu bağlamda sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginlerin gerekçeleri
değerlendirilmiş ve bu gerekçeler sigortanın caiz olmadığını ortaya koyacak
nitelikte görülmemiştir.
Diğer taraftan ticarî sigortaların, sadece hedefinin kazanç olduğu gerekçesiyle
reddedilmesi de doğru değildir. Bu gerekçeyle caiz olmadığını söyleyen
fıkıhçıların hemen tamamı, sosyal sigortaları ve karşılıklı sigortaları, hedefi
yardımlaşmadır diye caiz görmektedirler. Oysa öz itibariyle sosyal sigorta
kurumları ile özel sigortalar arasında, hüküm değişikliğine götürecek temel bir
fark yoktur. Sosyal sigortalarla özel sigortalar arasındaki farklar; sosyal
sigortaların kanunla kurulmuş kurumlar tarafından yapılıyor olması, zorunlu
olması, sigortalı olabilmek için kişilerin belli bir statüde olmaları, ödenecek
prim ve bu sigorta ile sağlanacak menfaatlerin her sigortalının özel durumuna
göre düzenleniyor ve sosyal sigortaların öngördüğü risklerin daha ziyade sosyal
sınıfları tehdit ediyor olmasıdır.
Sigorta, meydana gelen zararın yalnızca riske maruz kalanın üzerinde kalması
yerine, sigortalıların ödedikleri primlerden ödenen tazminat yoluyla bütün
sigortalılara dağıtılmasını ve böylece felaket ve kazaların zararının
hafifletilmesini gaye edinmiş karşılıklı taahhüt ve yardımlaşmaya dayanan bir
sistemdir. İslâm'ın, sosyal ve iktisadî hayata dair bütün düzenlemelerinin
hedefi, hak ve görevlerde, mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâlet
esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre sigorta İslâm
dinindeki bu yüce hedefe aykırı değildir.
Başta ticaret olmak üzere pek çok ilişkinin globalleştiği günümüz dünyasında
ticarî sigortanın bulunmaması başlı başına bir risk teşkil eder ve
Müslümanların ekonomik açıdan mağlubiyetini sonuç verir.
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî
sigortaların caiz olduğuna,
b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel
emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl
olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz olduğuna,
c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına,