Hocam, öncelikle İslam ve sanat ve estetiği üzerine çalışan, kafa yoran bir isim olarak Din-Sanat ilişkisini, özel de de İslam-Sanat ilişkisini nasıl anlamamız, nasıl temellendirmemiz gerekiyor?
İslam’da
güzellik, mükemmellik dediğimiz zaman ister istemez estetik konusu üzerinde
duruyoruz demektir. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinden başlayarak şunu
söyleyebiliriz. Estetik boyutla, estetik kavrayışla karşı karşıyayız. İlk inen
ayetler insanın en güzel bir şekilde (eşrefi mahlukat) yaratılmış olduğunu
söylüyor. Peygamberimiz de “İnnallahe cemilün, yuhibbül cemale” (Allah
güzeldir, güzelliği sever.) buyuruyor. Zaman zaman bu hadisin Allah güzeldir,
güzeli sever şeklinde çevirisi yapılır. Burada bir düzeltme yapmak gerekiyor.
Allah güzelliği sever. Sorunuzda da bahsettiğiniz üzere dinimizin üç temel
sacayağı diyeceğimiz; iman, İslam ve ihsan boyutları üzerinde durmamız
gerekmektedir. Yani dinin tefekkür, düşünce ve kavrayış boyutuna “iman”; bunun
hayata yansıyan, davranışlarımızı yöneten, yönlendiren kısmına hatta görünür
tarafına “İslam”; bunun nasıl, hangi düzeyde buluştuğuna “ihsan” diyoruz.
İhsan, düşündüğümüz sonra bunu eyleme geçirdiğimiz, duygu, düşünce, ahlak, her
türlü iş, ilişkinin bir bütünlük içinde güzel olması, güzele yaslanması, güzeli
öncelemesi anlamına geliyor. Güzelin, estetiğin bundan belki yüz yıl önceki
karşılığı “bediiyat” idi. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur’an’da, “bediussemavati ve’l-ard.”
buyuruyor. Gökleri ve yeri en güzel şekilde yaratandır. Daha başka ayetlerde
ise Halık’tır, Bari’dir, Musavvir’dir. Yine Kur’an’da âleme atıf yapılarak, âlemin
muazzam bir düzen, manzume içerisinde işlediği ifade edilir. Sonuç olarak şunu
söylemek lazım. İman tecrübesi bediidir. Estetik bir tecrübedir. İman tecrübesi
içinde bizim duygumuzu, düşüncemizi kalbimizi saran kucaklayan topyekûn bir
tecrübe yaşıyoruz. Bunları birbirinden ayıramayız. Bu bakımdan İslam,
estetikle, sanatla doğrudan doğruya ilgilidir.
Hocam,
İslam Estetiği doğru bir tanım ya da tanımlama mıdır?
İslam
estetiği tabiri biraz tedirgin edici bir adlandırma oluyor. Yani bir estetik
var, bir de bunun yanında İslam estetiği var. Bu tabir, bugün çok farklı
estetik programları gördüğümüz için bunların içerisinde de “İslam Estetiği diye
bir şey var” diye vurgulamak amacıyla kullanılan bir tabir. Bildiğiniz gibi
bundan yüzyıl öncesine gidersek bu tür adlandırmalar neredeyse hiç yok,
doğrudan doğruya bediiyyat, bedii, ibda’, hasen, hüsn, hüsnücemal denmiştir. Bu
tür kavramlar bizim kavramlarımızdır. Bu tür kavramları duyduğumuz zaman da
Kur’an, hadis ve onların üzerine bina edilerek açılmış koca bir medeniyetin
estetik tezahürleriyle karşılaşabiliriz. Bugün biz İslam estetiği tabirini bir
program, bir kavrayış, bir algılama tarzı ve bir medeniyet programı olarak
adlandırmak için kullanıyoruz.
İman tecrübesi
ile estetik arasında nasıl bir ilişki var? Kur’an bu nizama, ahenge ve
güzelliğe nasıl dikkat çekiyor?
İman
tecrübemizde sürekli bir estetik boyut vardır. Bu bize heyecan verir. Kaldı ki
Kur’an-ı Kerim’deki çok sayıdaki ayetle âlemin muazzam bir düzen içerisinde
seyrettiği, muazzam bir nizam sergilediği, bir manzume şeklinde ortaya çıktığı,
göklerin hiçbir çatlak, hiçbir yarık olmadan, insanı hayretler içerisinde
bırakan bir görkem ve güzellik içerisinde bize açık olduğu, böyle kurulduğuna
ve bu yapının sağlamlığına, muhkemliğine, mükemmelliğine ve güzelliğine dikkat çeken
ayetlerle karşı karşıyayız. Belki de en başta söylememiz gereken hususlardan
birisi de Hz. İbrahim çocukluk dönemi inanç sürecini yaşarken önce yıldız
görüyor, onlara hayranlıkla bakıyor, temaşa ediyor sonra kaybolduklarını
görünce üzüntü duyuyor. Yani güzelliğin kalıcı olmasını istiyor. Arkasından ay
doğuyor. İlgisi ona odaklanıyor sonra kayboluyor. Arkasından güneş doğuyor tam
bu olması gerekiyor, derken onun da kaybolduğunu görüyor. Bu arada diyor ki,
“Ben batıp gidenleri sevmem, sönenleri sevmem.” O zaman sevginin, ilginin
kalıcı olana yöneldiği şeklinde biz bir sonuç çıkarıyoruz. İnsan ilgisinin
estetik duyarlılığının bir yerde kalıcı olanı istediği şeklinde bir sonuç
çıkarmamız rahatlıkla mümkündür. Ama ne olursa olsun burada bir iman tecrübesi
söz konusu, burada bir gönül, gözümüzün gördüğü ile ilişki içerisinde… Göz
görür, gönül sever. Sonuç olarak şuraya gelmeye çalışıyorum; iman tecrübesi
bedii bir zevk ve tecrübedir. İman tecrübesi içerisinde bizim duygumuzu,
kalbimizi saran kucaklayan topyekûn belki de ayrımlaşmamış diyebileceğimiz bir
tecrübe yaşıyoruz. Bunları birbirinden ayıramayız, dolayısıyla burada bilgi
var, hakikat algısı ve idraki var, bu hakikatin güzel olduğu duygusu ve düşüncesi
var. Dolayısıyla sadece gözümüze değil, gönlümüze hitap
eden bir durum söz konusu. Gönlümüzün, kalbimizin katıldığı bir durum söz
konusu. İmanda böyle çok boyutlu bir tecrübe yaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığında
İslam bütünüyle bir estetik tecrübedir ve estetikle doğrudan doğruya ilgilidir.
Sanatın inşa
edici bir dili olduğunu ortaya çıkan eserlerde rahatlıkla görebiliyoruz. Peki, Din-
Sanat ilişkisi bağlamında yeni bir dil inşa edilebilir mi?
Din ve sanat dediğimiz
zaman burada hangi din ve hangi sanat sorusu karşımıza çıkıyor. Her dinin belli
bir sanatı vardır. Ve o sanat o dinin çok önemli bir dilidir. Dolayısıyla İslam
sanatı dediğimiz bunlar hüsnühat, tezhip olabilir (Doğrudan doğruya İslam’ın
kendi üretimi olan) cami, medrese, çeşme mimarisi olabilir, ev mimarisi
olabilir, şiir olabilir, bunların hepsi bu açıdan baktığımız zaman İslam’ın çok
hususi bir dilidir. Tabii sanat bir dildir ama önemli olan bu dilin hakikatle
buluşan bir dil olması, mükemmeli ve hakikati ifşa eden, ona tercüman olan ve
bizim duyarlılığımızı da hakikatle buluşturmayı amaç edinmiş bir dil olması son
derece önemlidir. Bu açıdan baktığımız zaman başta İslam olmak üzere, büyük
dinlerin kendilerine özgü hakikat algılarını, doğru bildikleri hususları veya
nasıl bir hayat yaşanması gerektiğine ilişkin kanaatlerini dile getiren
sanatları vardır. O sanat, o dinin yaşanır kılınmasında, hayata geçirilmesinde
veya dinin ilkelerinin doğrudan doğruya hayatla buluşmasında son derece önemli
ve öncelikli bir rol icra etmektedir. Bu bakımdan bazı düşünürlerin; eğer bir
dinin sanatı yoksa o din büyük bir din değildir, demeye gelen ifadeleriyle
karşılaşıyorsunuz. Yani din dediğimiz zaman ister istemez sanatla insanı
çepeçevre kuşatan bir dille karşılaşıyorsunuz.
İslam sanatının
gayesi nedir? Nereden beslenir, neyi esas alır?
İslam sanatı
dediğimiz sanat eserleri de sanat için sanat kaygısıyla ortaya konmuş eserler
değildir. Bunlar hayatı kolaylaştırmak
için İslam’ın hakikat idraki ve algısının varlık tasavvurunun bir yerde hayatla
nasıl buluşacağına ilişkin bir kaygının eşliğinde ortaya konulmuş eserlerdir.
Şimdi İslam sanatı dediğimizde sanatı geriye çekip baktığımız zaman
mükemmelliği merkeze alan bir yaklaşım görürüz. Bir şey ne kadar mükemmel
olursa ne kadar kemale ulaşma süresinde veya o uğurda ne kadar üst derecelere
çıkarsa yaptığı işin o kadar güzel olduğu şeklinde bir anlayış hâkimdir. İslam
sanatı dediğimiz eserlerimize baktığımızda düşüncenin gerisinde şu üç unsuru
açık seçik bir şekilde görüyoruz. Bunlardan birincisi “kemal”, ikincisi “cemal”,
üçüncüsü “celal”dir. Kavramlar ister istemez bizim geleneksel duyarlılığımızı
da yansıtıyor. Atalarımızın kullandığı kavramlar bugün de canlılığını koruyor.
“Kemal” dediğimiz zaman mükemmellikten, yetkinlikten, olgunluktan bahsediyoruz.
Buradan bahsederken ister istemez varlıktan bahsediyoruz. Varlıktan
bahsediyorsak, bilgiden bahsediyoruz demektir. Dolayısıyla İslam eserleri her
türlü tezahüründe, gerçekleştiriliş tarzında bilgi ve hakikati dolayısıyla mükemmelliği,
kemali merkeze almış eserlerdir. Akif'in Süleymaniye şiirinde bir mısra var.
Akif Süleymaniye'den söz ederken "temeli ilme basan" diyor. Ulu
mabedi anlatırken, son derece güzel bir tespit... Dolayısıyla İslam sanatı
bilgiden hiçbir zaman ödün vermemiştir.
İkincisi cemal,
yani güzellik… Güzellik bu anlamda mükemmelliğin, kemalin müteradifi
anlamındadır. Bir başka deyişle bir şey ne kadar mükemmelse o kadar güzel
oluyor. Gazali diyor ki: "Atın at olması için ne gerekiyorsa onlar yerine
geldiği zaman at güzel olur." Yazı, nasıl yazılması gerekiyorsa onlar
yerine geldiği zaman mükemmel olursa, bir hattat önüne kalemi, kamışı aldığı
zaman nasıl mükemmel bir hat çekerse o hattı güzel olur. Bizim yazımız, İslam
yazısı, yani hüsnühat dediğimiz yazı bir yazıdır, bir mesaj verir. Camilerde diyelim
ki mihrap alınlıklarına, cami duvarına, çeşme alınlıklarına yazılmış,
nakşedilmiş bütün yazılar son derece güzeldir. Yazı nasıl yazılması gerekiyorsa
öyle yazılmıştır, ama mesajı da vardır. Bu manada bilgi ile güzelliğin tam
buluştuğunu hat sanatında görüyoruz. Sonuç olarak bizim medeniyetimizde ortaya
konan bütün eserlerimizde kemal ve cemal bir aradadır.
Bir de bunun celal tarafı
vardır. Celal, cemalin daha şiddetlisi daha büyük bir çapta, daha ihtişamlı bir
şekilde ortaya çıkmış şeklidir, desek herhalde hata etmiş olmayız. Yani cemalin
içerisinde kemal var, kemalin içerisinde de cemal var. Zaman zaman bir benzetme
yapılır. Bir ulu çınar ağacını düşünelim. Henüz fidanken haziran temmuz aylarında
yapraklarını açtığını görünce onu severiz. Küçük güzeldir. Orada cemalin daha
çok tecelli ettiğini görürüz. Bu çınarın, ulu bir çınar olduğunu düşünelim. Dalları
50-60 metre göğe yükselmiş, sağa sola sepilmiş. O zaman celal tecelli eder. Ama
hem fidan durumunda hem çınar olduğu durumunda mükemmeldir. Her ikisinde de
kemal vardır her ikisinde de varlık vardır. Ne kadar büyürse o kadar çok celal
ortaya çıkıyor. Dolayısıyla İslam sanatı, İslam'ın çok önemli bir dilidir. Bu
dilden vazgeçtiği yerde çok kuru, katı belki de soğuk cümlelerle baş başa
kalmak gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz diye düşünüyoruz.
İslam sanatını
besleyen merkezlere baktığımız zaman –medrese, tekke ayrımı yapmak çok doğru
değil ama- sanatın ve estetiğin daha çok tasavvufi mekânlarda, tekkelerde
beslendiğini oralarda neşvünema bulduğunu görüyoruz. Bu noktada neler
söylersiniz? Buradan hareketle tekkelerin, tasavvufun sanatı şekillendirici,
estetiği, zevkiselimi şekillendirdiği merkezler olarak vazife yaptığını söyleyebilir
miyiz?
Şüphesiz bu yaşanan
hayatın doğal tabii akışı içinde böyle oluyor da diyebiliriz. Bugün bile
sanatın -tırnak içinde kullanıyorum- amatörce çalışan dediğimiz ruhlar elinde
daha canlı bir şekilde geliştiğini, ele alındığını söyleyebiliriz. Yani
akademik araştırmalar genellikle tanımlanabilir, aktarılabilir öğrenciye
aktarılması kolay olabilen hususlar üzerinde yürür ve biraz da ağır yürür.
İlkeli akademik çalışmalar mahiyeti gereği böyledir. Diyelim ki mimarlık
fakültesinde bir mimari eserin sağlamlık, güzellik hem mühendislik açısından
hem göze görünmesi açısından veya o eserin unsurlarının birbirleriyle
tanımlanması gerektiği gibi konular açısından bunları anlatabilecek bir dil
yakalamak durumundasınız. Diğer taraftan fakülte dergileri bu anlamda bunların
aktarılabilir programlanabilir taraflarına daha çok ağırlık veriyorlar. Diğer
taraftan sanat dergileri de çıkıyor. Bunlar da gözümüzün önüne yapılmış eserler
ortaya koyuyorlar. Ve biraz da diyelim ki akademik araştırmalarda çok düzenli
mizanlı bir yürüyüşle kendi geleneğini sürdürme yoluna gidiyor. İster istemez
eleştirilecek, eleştiri gelebilecek noktalar gözetiliyor. Orada da doğrudan
doğruya kendi algı ve tecrübeleri üzerinden yürüyen hatta bir huruç harekâtı
gerçekleştiren bir çıkışla bir atlayışla atılımlar söz konusu. Bugün de aşağı
yukarı bizim geleneksel tekke-medrese örneğine benzer şeylerin gerçekleştiği bu
şekilde yürüdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. İslam düşüncesi içerisinde mesela
felsefeye baktığımız zaman ekmel varlık üzerine yoğunlaşıyor. Mükemmeli vurguladıkça
güzele bulaşmanız kaçınılmaz olur. Kelama geldiğimiz zaman aynı şeyi görüyoruz.
Diyor ki Gazali, “Bu dünyaya baktığımız zaman, bu gördüğümüz bu mümkün oluştan
daha bedii yani daha göz alıcı daha göz kamaştırıcı daha alımlı, albenilisi
yoktur.” Bedii dediğimiz nedir? Estetik. Bu olandan daha iyisi düşünülemez.
Yani bu dünya mümkün dünya ise mümkün içerisinde ben aklımı zorladığım zaman bu
kadar yapılır. Bu bir hayret ifadesidir. Bu güzelliğin karşısında söylenmiş bir
cümledir. Bu bir açıdan baktığımız zaman da akademik bir cümledir. Ama başka
bir açıdan baktığımızda bugün bile insana heyecan veren bir cümledir.
Mutasavvıflara baktığımız zaman onlar sürekli hayret makamındalar.
Şairlerimize baktığımız zaman yine öyle. Kelamla uğraşan kanadımız estetik
düşünceye hiçbir zaman bigâne kalmamış. Sufiler tamamen bunun içerisinde
hareket etmişler. Felsefe dediğimizde onlar da şiir konusunda az kafa
yormamışlar. İbn-i Sina’da Farabi’de bunu görüyoruz. Bunların hepsi aynı
zamanda şairdir. Yani akıl gücüyle nereye kadar gittiğimiz konusunda, nereye
kadar gidebileceğimizin farkındadırlar. Onun için onlar çok zorlandıkları
yerlerde hatta tıkandıkları yerlerde şiir söylemişler. Bunun örnekleri var.
Hocam bu kadar
güçlü sağlam bir geleneğe ayaklarını basan bir mirasın takipçileri olarak bu
sanatı ve estetik duyguyu, düşünceyi süreklilik içerisinde geleceğe aktarmak
için ne yapmamız lazım? Toplumumuz içinde yaşadığımız bu sanat ve estetik
harikalarının farkına nasıl varacak ya da varması için neler yapmalıyız?
Üzerinde çok
konuşulması gereken bir soru. Güzeli ortaya koyan alıcısını bulur. Yeter ki
güzel olsun. Tabii bunun mekanizmalarını da elbette hazırlamak lazım. Yani
bazen farkına varmayız. Ne güzeldir, dediğimiz zaman ‘güzellik izafidir’
diyorlar. Ama Kur’an’dan ve hadisten anladığımız şeyde güzellik nesnel bir
şeydir. Yani onun için hep mahbuptan ve habipten söz etmişlerdir. Onlar
genellikle sevgilinin davranışlarının ne yaptığı üzerinde durmuşlar. Buradan
hareket ettiğimizde sevgilinin hâlleri önem kazanıyor. Onu da diyelim ki asıl
sevgiliyi, sevgililer sevgilisini Cemalullahı seyrettiği zaman nerede tabiatta,
nerede bir güzelin gamzesinde, nerede bir ağacın burcunda bunu seyrettiği zaman
hem hayretlerini hem heyecanlarını dile getiren o tecrübelerini yorumlayan
şiirler söyleşiler ortaya koymuşlar. Şimdi ne yapmak gerekiyor? İslam
medeniyeti dediğimiz İslam sanatları dediğimiz gerçekleşişler, oluşumlar ve
bugün eser diye ziyaret ettiğimiz veya sevdiğimiz, göz kamaştırıcı eserlerin
tamamı aslında eninde sonunda bir kitaba atıfta bulunan anlayışın o günkü dönem
o günkü zaman içerisindeki irade idrak üzerinden dışa vurumlarıdır. Yani
Süleymaniye Camii’ni yapan irade, orada çalışan ustanın eli, o ustanın idraki,
kavrayışı ile Kur’an arasında her şeyden önce doğrudan bir ilişki var. Yani bu
medeniyetin kurucu kaynağı Kur’an’dır. Süleymaniye Camii, Kur’an’ın ortaya
koyduğu hakikat anlayışını varlık tasavvurunu bilgi, değer, ahlak telakkisi,
insan anlayışı ne varsa bunların hepsinden çok iyi haberdardır. Bugün benzeri bir
kavrayışla yaklaştığımız zaman yaklaşacak olursak hem Süleymaniye Camii’ni,
genel anlamda mimariyi mirasımızı yeniden yorumlayacak bir dil ve söylem
yakalamamız mümkündür. Aynı zamanda hüsnühattımızı geliştirecek kalemler,
kamışlar bulmamız onu gerçekleştirecek idrakler, gönüller ortaya çıkması yine
mümkündür. Dolayısıyla bu hakikati kendi tecrübemiz üzerinden uygun bir dile
kendi sesimize bindirdiğimiz zaman bu hakikat idrakini kendi sesimiz üzerinden
seslendiğimiz zaman öyle sanıyorum çok daha göz kamaştırıcı eserler ortaya
koymamız mümkündür. Bu beklenen bir şey. Buna ihtiyacımız var.