Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
“Barış ve esenlik”
anlamına gelen “İslam” ile zulüm ve nefret yüklü bir kelime olan “şiddet”in bir
araya getirilmesi kolay anlaşılır bir durum değildir. Aslında bu iki kelime,
modern dönemlerde görülen algı yönetimlerinin etkisiyle birlikte telaffuz
edilir hâle gelmiştir. Yerli ve yabancı kimi medya organlarınca önyargılı
biçimde ve her fırsatta İslam’ın şiddetle özdeşleştirilmesi, şiddete kaynaklık
eden hatta şiddeti teşvik eden bir din olarak sunulması, İslam’a dair yeterince
bilgi sahibi olmayan kimselerin yanıltılmasına ve insanlığın İslam’a olan
teveccühünü durdurmaya yönelik hareketlerdir.
“Güç ve baskı uygulayarak
insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine sebep olan bireysel veya
toplu hareketlerin tümü” şeklinde tanımlanan şiddet, insanlık tarihi kadar
eskiye dayanan bir gerçektir. Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil’in kıskançlıkla
kardeşi Hâbil’i öldürmesi (Maide, 5/27-31.), yeryüzündeki şiddetin ilk
örneğidir. Allah ile melekler arasında gerçekleşen diyalogda yeryüzünde
yaratılacak olan “halife”nin, “fesat çıkaracak ve kan dökecek biri” (Bakara,
2/30.) olarak nitelenmesi, insan denilen varlığın şiddete yakın ve yatkın
olduğunu gösterir. Bu niteleme, şiddetin insanın doğasında var olan bir dürtü
ya da fıtri bir özellik mi yoksa sonradan kazanılan bir alışkanlık ve tercih mi
olduğu tartışmasını da beraberinde getirmiştir.
Şiddet insanla yaşıt bir
olgu olsa da, tarih boyunca zaman ve mekân tanımadan birçok insanın hayatını
karartsa da, günümüzün en önemli ve öncelikli sorunu olması hasebiyle
dikkatleri daha fazla üzerine çekmektedir. Fiziksel, psikolojik, sosyolojik,
siyasal, kültürel, ekonomik, sözel, cinsel birçok şiddet türü ile karşı karşıya
olan insanlık, ısrarlı mücadelelere rağmen maalesef şiddetten arınmış bir
dünyaya kavuşamamıştır. Aile içi şiddet, kadına karşı şiddet, çocuğa ve yaşlıya
yönelik şiddet, hayvanları hatta tabiatı hedef alan şiddet, töreye dayalı
şiddet, terör ve anarşi biçimli şiddet, eğitimde, sporda, siyasette, medyada,
trafikte şiddet gibi bir dizi ezici problem, din, kültür ve miller farkı
gözetmeksizin bütün insanları tehdit etmeye devam etmektedir. Şiddetin
bireysel, toplumsal hatta devlet boyutunda ortaya çıkan görünümleri de burada
hatırlanmalıdır.Kısacası iki birey arasındaki kavgadan, iki topluluk arasındaki
çatışmaya ve iki devlet arasındaki savaşa varıncaya dek büyük bir şiddet
sarmalı yeryüzünü acıya, öfkeye ve nefrete boğmaktadır.
Şiddet söz konusu
olduğunda üzerinde düşünülmesi gereken bir konu da, dinlerin şiddetle ilişkisi
yahut ilişkilendirilmesi meselesidir.İlkel veya semavi dinlerde şiddet içeren
unsurlar var mıdır? Diğer bir ifade ile herhangi bir din, şiddeti onaylamakta
mıdır? Dinin temel öğretilerinde, ibadetlerinde veya uygulamalarında şiddete
dayanak teşkil edecek referanslar var mıdır?İlkel dinler bir tarafa
bırakılırsa, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın kutsal kitaplarında şiddet ne
şekilde ele alınmaktadır?Tam bu noktada sorulması gereken soru, bu dinlerin
yaşadığı coğrafyalarda karşılaşılan çeşitli şiddet olayları, dinlerden mi
kaynaklanmaktadır yoksa o dinlerin müntesiplerinden mi? Günümüzde canlı
örneklerini sıkça gördüğümüz şiddet olaylarının bazılarında iç ve dış güçlerin
plan, proje ve provokasyonları var mıdır?
Bu çerçevede daha açık
bir biçimde soracak olursak, İslam coğrafyasında görülen ve dinî argümanlarla
beslenmeye çalışılan şiddet olaylarının kaynağı bizatihi İslam olabilir
mi?Şiddet kapsamında ele alınan hususlarda dinî referansların rolü nedir?Söz
gelimi bazı ayet ve rivayetler, farklı boyutlarıyla şiddet olaylarına dayanak
oluşturur mu?Söz konusu dinî metinlerin anlaşılmasında ve yorumlanmasında
gerekli ve yeterli metodolojik okumalar yapılmış mıdır?Bağlamından kopartma,
parçacı ve literal bir yaklaşım sergileme, önyargılı değerlendirmeler yapma
gibi yöntemsel yanlışlıklar şiddete davetiye çıkarıyor olabilir mi?İlgili
nasslar, geçmişte nasıl anlaşılmıştır, günümüzde ne şekilde yorumlanmaktadır?
Din-şiddet ilişkisi
konusunda düşünmek üzere daha birçok soru sıralanabilir.Doğrusu herhangi bir
hususun şiddet sayılıp sayılmayacağı bile, dinî ve kültürel perspektifleri
farklı insanlarca tartışmaya açık bir alandır. Mesela bir dinin değer yüklü
ritüeli olan kurban, o dinin mensuplarınca başlı başına bir ibadet yahut dinî
bir ödev iken, bir başka dinin mensupları tarafından tam bir “şiddet” olarak
algılanabilmektedir. Dolayısıyla şiddetin neliğini tespit ederken dinî ve
sosyo-kültürel telakkilerin rolü unutulmamalıdır.
Dinler ile şiddet
arasındaki durum, kültür ile şiddet arasındaki ilişki için de
geçerlidir.Kültür, şiddeti ne denli tetiklemekte veya tam tersine ne ölçüde
teskin etmekte hatta önlemektedir?Şiddeti besleyen kültürel unsurlarla nasıl
mücadele edilmelidir?Özellikle gençler arasında şiddet kültürü yerine barış kültürü
nasıl tesis edilebilir?Bunu gerçekleştirebilmek için gerekli olan dinî ve
sosyokültürel kodlar nelerdir?
Günümüzde etkili ve
yetkili kesimleri en fazla ilgilendiren ve de endişelendiren konu, şiddetin
sebeplerini ve sonuçlarını doğru bir şekilde analiz etmek ve mümkün mertebe
şiddeti minimize edebilmektir. Bilim, teknoloji, hukuk, eğitim gibi birçok
alanda tarihte hiç görülmemiş bir seviye kaydeden insanlık, 21.yüzyılda şiddeti
tarihte bırakarak barış içerisinde yaşama imkânına kavuşabilecek midir? Bu
noktada başta İslam olmak üzere tüm dinlerin dünya barışına katkısı ne ölçüde
söz konusudur?
Kur’ani ilkelerden
hareketle belirtmeliyiz ki, masum bir insanın yok edilmesi tüm insanlığın yok
edilmesiyle eşdeğerdir.Bir insanın ölümü, insanlığın ölümüdür.Ölümler arasında
ayrım yapmak insanlığa yakışmaz; katliamlar arasında ayrım yapmak insani
değildir.Şiddet ve terörün seküler temellere dayanmasıyla, sözde dinî temellere
dayanması arasında fark gözetmek de doğru değildir.Vahşete dayalı ölümlerin,
Şam’da, Bağdat’ta olmasıyla Paris’te olmasının farkı yoktur.Dehşet ve katliamın
Karaçi’de, Yemen’de meydana gelmesiyle Berlin’de, Londra’da, Washington’da
meydana gelmesinin bir farkı yoktur.Dünya bu ölümlerin hepsine, şiddetin
tamamına bir mezhep ve coğrafya ayrımı yapmaksızın aynı tepkiyi vermiyorsa,
işte o zaman insanlık tümüyle ölüme mahkûmdur.
Din-şiddet ilişkisi
hakkında salt bir savunma değil, aksine metodolojik analizler, insaflı ve
tutarlı tahliller yapılmalıdır. Zira bir dini şiddetle özdeşleştirmenin vebali,
sadece o dinin mensuplarını değil, bütün dünyanın inanç haritasını derinden
etkileyecek kadar büyüktür. İslam’ın şiddet dini olduğu iddiasının İslamofobi
gibi tarihe geçecek bir korku ve nefret hali doğurması, yalnızca Müslümanları
değil bütün insanlığı bunalıma sürüklemiştir. Unutulmamalıdır ki, şiddet
şiddetle ortadan kalkmaz; kan kanla temizlenmez. Dünyanın güvenliği inançlar
üzerinde baskıyla sağlanamaz.İslam’ın şiddet dini değil, bir barış dini
olduğunu ortaya koymaya çalışanların emekleri elbette boşa gitmeyecek ve bu
yolda atılan her adım, dünya barışına katkı sağlayacaktır.