Mülteciler: Yaralı Yürekler - Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı
GÖÇ, insan kadar
gerçek, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Doğduğu ve büyüdüğü toprakları
ardında bırakarak yola çıkan ve kendisine yeni bir yurt arayan insan için göç,
iki bilinmezin arasındaki adımların adıdır. Hatıralarını yanına alsa da o
hatıraların yaşandığı diyara bundan sonra ne olacağını bilemeyen göçmen,
gelecekte kendisini neyin beklediğini de bilemez. Ama yüreğindeki umuda, inanca
ve cesarete dayanarak yola çıkar. Kimi zaman açlık, işsizlik, yoksulluk onu
göçe zorlarken, kimi zaman inancını yaşayabilmek, daha iyi bir eğitim
alabilmek, can güvenliğini sağlamak, iffetini ve onurunu kurtarmak için göç
eder. Manevi kaygılarla buluştuğunda göçün adı “hicret” olur ve peygamberlerin
sünneti olan hicret, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye
yaptığı zorlu yolculukla birlikte anlamının zirvesine ulaşır.
Dünyanın farklı
coğrafyalarında kesintisiz devam eden göç, ülkemizin de yabancı olmadığı bir
vakıadır. Kıtalar arası geçişin vazgeçilmez yolları vatanımıza uğrarken, farklı
din, dil ve ırka mensup sayısız insan Anadolu’ya göçmen ya da mülteci olarak
gelmiştir. Yurdumuz, Orta Asya’dan akın akın gelen Türk boylarından, 15.
yüzyılda İspanya’dan sürülen Yahudilere; İran-Irak savaşı, Filistin işgali,
Afganistan ve Çeçenistan savaşları gibi insanlık dramlarıyla evlerini terk eden
dindaşlarımızdan, Balkanlarda Rus rejiminin dayatmalarından kaçarak yurdumuza
sığınan soydaşlarımıza kadar birçok mülteciye sığınak olmuştur.
Bugün de İslam
dünyasının içinden geçtiği ağır ve vahim süreç hepimizi derin bir üzüntüye
boğarken, Müslüman toplumlardaki iç çekişmeler giderek şiddet ve çatışmaya
dönüşmekte, sayısız insan göçe zorlanmaktadır. Maalesef, düne kadar her biri
selam ve eman yurdu olan İslam şehirleri bugün kaosla, çatışmayla ve ölümle
anılır olmuştur. İslam ülkelerinde yaşanan adam öldürmeler, intihar
saldırıları, masumları kaçırmalar, camileri bombalamalar, kutsal mekânları
tahrip etmeler, sivillere saldırılar ve milyonları yerlerinden yurtlarından
etmeler, hem dünyanın dengelerini alt üst etmekte hem de İslam algısını tahrip
ederek tüm dünyadaki Müslümanların başlarını öne eğdirmektedir. Bir yanda masum
nice Müslüman mülteci sıfatıyla acı dolu bir hayatı göğüslemeye çalışmakta,
diğer yanda ise İslamofobi kıskacında kalan bir grup Müslüman eleştiri yağmuru
altında nefes almaya uğraşmaktadır. Her iki hâlde de Müslümanlar korku,
dışlanma, ötekileştirme ve şiddet ile karşı karşıyadır. Her geçen gün daha da
tahripkâr hâle gelen bu durum karşısında sessiz çoğunluğun vicdanı
yaralanmakta, yürekler bu acıyı taşıyamaz hâle gelmektedir.
Son iki yılda
ülkemiz tam anlamıyla hicret yurduna dönmüş, Suriye’den ülkemize birçok
ilimizin nüfusundan fazla hatta bazı ülkelerin nüfusunu da aşacak şekilde iki
milyona yakın mülteci sığınmıştır. Biz bu kardeşlerimizle yıllar yılı aynı
tarihi, kültürü, coğrafyayı ve değerleri paylaştık. Geçmişten bugüne aynı
medeniyet havzasında birlikte var olmuş kardeş topluluklar olarak silinmez hatıralar
biriktirdik. Biz Suriye ile sadece kardeş değil, aynı zamanda komşu ve akraba
olarak beraber sevindik, beraber üzüldük, beraber güldük, beraber ağladık. Aynı
atmosferi soluyup bu coğrafyayı birlikte imar ettik.
Şimdi Cenab-ı
Hakk’ın “Müminler, ancak kardeştirler.” ayetiyle bizlere kardeş ilan ettiği bu
muhacirleri bağrımıza basma zamanıdır. Rasul-i Ekrem (s.a.s.) hicret ettiği
vakit ensar ona ve diğer Mekkeli muhacirlere nasıl kucak açtıysa, bizim de
yurdumuzda ensar-muhacir kardeşliğini yeniden yaşatmamızın vaktidir. En az
maddi yardımlar kadar manevi desteğe de ihtiyacı olan bu kardeşlerimiz için
sadece yiyecek, giyecek, yakacak temin etmekle kalmayıp yüreğimizi açmanın,
sevgimizi paylaşmanın, onlara güveni ve merhameti tattırmanın vaktidir. Bu toprakların
fedakâr, cömert, alicenap insanları olarak, üzerimize düşeni yerine getirme
vaktidir.
İnanan insanlar
olarak mültecilerin ülkemizdeki varlıklarını yük şeklinde görme lüksüne asla
sahip değiliz. Allah hiçbir kimseye, hiçbir millete böyle ağır bir imtihan
yaşatmasın. Onlar başlarına gelen sıkıntılardan dolayı zorunlu olarak kardeş
ülkelere sığındılar. Belki canlarını kurtardılar, bedenleri için birer sığınak
buldular ama ruhlarının aldığı yarayı tedavi edebilmeleri ancak bizim
yardımımızla mümkün olacaktır. Savaşa maruz kalan insanlar arasında ne tür
yaralı bilinçlerin ortaya çıkacağını, nasıl bölünmüş kimliklerin oluşacağını ve
bu zedelenmelerin yarının toplumlarını ne şekilde etkileyeceğini düşünmek hem
bilim adamlarının hem de bizlerin düşünmesi gereken ciddi bir meseledir. Yetim
ve öksüz kalan, eğitimsiz yetişen çocuklar, dilenerek hayatta kalmaya çalışan
kadınlar, küçük yaşta evliliğe mecbur bırakılan kızlar, iş bulamayan başıboş
delikanlılar, yarınlarımızı düşünerek bir defa daha maddi ve manevi destek için
seferber olmamızı bekliyor. Uluslararası kuruluşların ve devletin mültecilere
insanca yaşama ortamı sağlaması elzemdir. Ancak devlet her imkânı sunsa da
bizler toplum olarak desteklemedikçe, empati kurmadıkça, dert edinmedikçe,
şefkatli ellerimizle yetim ve mazlumun başını okşamadıkça, bu insanlık sorunu
ortadan kalkmaz.
Mülteci
kardeşlerimize yardımda birlik olmalıyız. Birkaç dakikalık haber sahneleri
ekrandan evlerimize yansıdığı vakit dilimizden dökülen ahlarla, yarım ağız
“Allah yardımcıları olsun” deyip sonrasında hâllerine bigâne kalmalarla
kardeşlerimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmiş olamayız. Kardeşlik
ahlakımızı ve hukukumuzu bir daha hatırlayalım. “Komşusu açken tok yatan bizden
değildir.” buyuran, “Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve
birbirlerine şefkat göstermekte, müminlerin tek bir vücut gibi olduklarını
görürsün! (Bu vücudun) bir uzvu hastalandığında, diğer kısımları da uykusuz
kalıp ateşler içinde onun ıstırabına ortak olurlar.” diyen Peygamberimizi
(s.a.s.) dinleyelim. Aynaya bakma cesareti göstererek soralım: Mülteci komşuma
el uzatabildim mi? Mümin kardeşimin derdine derman olabildim mi? Unutmayalım
ki, bizim Müslümanlığımız ve dindarlığımız da bu elim hadiselerle imtihan
edilmektedir.