Dergimizin Mart sayısında yer alan Doç. Dr. Halil Aydınalp'in kaleme aldığı çerçeve yazısı.
Din, Kimlik ve Yabancılaşma
Doç. Dr. Halil AYDINALP
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dinler dünyada ve ahirette nihai adalet ve kurtuluş vaat ederler. Kimlik, adalet ve kurtuluş arayan insanın kim olduğunu gösteren niteliklerin bir mecmuudur; yabancılaşma ise bu adalet ve kurtuluş arama sürecinin içinde garip kalmayı, bireysel ve toplumsal kimliğin belirsizleşmeye başlamasını ifade eder. Din öz, asıl ve nihai hakikat kabul edildiğinde, kimlik yitimi ve yabancılaşma özden uzaklaşma, din ise bu öze çağrı anlamına gelir. Peki, öze ve asla ait ilahî ufuklar önünde dururken, insanlar niçin yabancılaşır ve kimlik bunalımına düşerler? Burada cevap insan kavramının içindedir. Yabancılaşma ve kimlik sorunu düşünme, sorgulama, itaat, isyan, değişme, direnme, bütünleşme, çatışma, hissetme, hissizleşme süreçlerini zamana, mekâna, vakıalara, etkileşime, kuvvete, eğitime, sınıfsal yapıya, sosyal ve siyasal bağlama göre tecrübe eden ve buna göre davranış üreten insanın karmaşık yapısıyla ilgilidir. Bir anlamda kimlik ve yabancılaşma tecrübe edilen tarihî ve sosyal dinamiklerin bir sonucudur. İnsanlar her zaman özü bilmedikleri için değil; özle irtibatlarını muhafaza edecek, özü koruyarak geliştirecek özgünlüğü ve yaratıcılığı yakalayamadıkları için bocalar ve yabancılaşırlar. Dolayısıyla yabancılaşmamak, aynı zamanda fikir çilesi, çalışma, disiplin ve vizyon meselesi olup kendi kültür ve zamansallığını üretmekle de ilgilidir.
Kültür ve zamanı üretmek denildiğinde, yabancılaşma, kendi kültür ve zamanını yaşayamama ya da üretememe problemi olarak karşımıza çıkar. Dünyayı şekillendiren son beş asırdaki makro dinamiklere bakıldığında, uyum sağlamaya çalıştığımız kültür ve zamanın bizim dışımızda üretildiği görülür. Medeniyet ve gelişme, kültürler ve milletler arasında sürekli gezinerek, âdeta nazlı bir gelin gibi hoş tutulduğu diyarda kendi yerini bulmaktadır. 1500 sonrası dünyayı şekillendiren Aydınlanma, Fransız İhtilali, Sanayileşme, Sömürgecilik ve Bilgi Çağı temelde Batı'ya ait bir hikâye olup, etkileri ve sonuçları itibarıyla dalga dalga tüm dünyaya yayılmış; elan yayılmaya da devam etmektedir. Sadece ürünü değil; teoriyi, iktidarı, gücü ve söylemi üreten Batı, kendi lehine işleyen ekonomik ve kültürel bir bağımlılık sistemi meydana getirirken; bu teori, güç ve söylemi üretemeyenleri kendi kültür ve zamanını yaşamaya, zımnen ya da kerhen; fakat fiilen icbar etmektedir. Bu elbette bir kader değildir ve daima istisnalar vardır. Bununla birlikte, tüm dünyada mahiyet farklılıklarına rağmen sanayileşme, göç, şehirleşme, ferdileşme, akılcılaşma ve dünyevileşme süreçlerinin birbirini tetikler şekilde "modern" olmanın sosyolojik bağlamını benzer tarzda üretmesi yine de inkârı güç bir gerçektir. Bu anlamda, yabancılaşma, bir anlamda kazananın yakın tarih tarafından belirlenmesi ya da hayatı kendi tarihî ve kültürel dinamikleriyle üretme başarısı ve becerisi gösterememe; bir başka dünyanın ürünleri, kavramları, kültürü, sembolleri ve zamansallığı içinde var olmaya çalışma çabasıdır. Dolayısıyla yabancılaşma ferdi, içtimai, kültürel ve dinî boyutları içinde, sosyolojik ve ekonomik olarak tecrit, ihmal ve inkârı daha büyük sorunlar açan, modern dünyada var olma ve ona ayak uydurma krizi olarak tanımlanabilir.
Bu tarihî bağlam içinde, günümüzde kapitalist dünya ekonomisi yabancılaşmanın beşiği hâline gelmiştir. Maliyetleri düşürmek, kârı artırmak, ucuz iş gücü bulmak, pazarı çeşitlendirmek, rakipleri bertaraf etmek, az bulunur kaynaklar üzerinde tekeller oluşturmak, açıkları dışsallaştırmak, verimliliği sürdürmek için dünya ekonomisine yön veren küresel aktörler sadece emeği ve ürünü değil; kültürü, kimliği, dini, sınırları, etnisiteyi hatta cinsiyeti bile alınır, satılır, kullanılır, yozlaştırılır bir meta hâline getirebilmektedir. Herkesin ve her şeyin kârlılık ve kazanma uğruna kullanılabildiği bir dünyada merkezler karşısında üretemeyen çevre ve yarı çevre milletler kırılma ve yozlaşmaları daha derinden tecrübe etmektedirler. Dünya ekonomisine, kapitalist aktörlerin istediği biçimde açılmaya çalışılan ve bu süreçte işgal, iç savaş, otorite boşlukları, siyasi istikrarsızlık, etnik parçalanma, mezhepsel çatışma, dinî ve kültürel normsuzluk yaşayan toplumlar, Afrika ve Orta Doğu'da bazı bölgelerde görüldüğü gibi, yabancılaşma ve kimlik kaybının derinden yaşandığı coğrafyalar hâline gelmektedir. Toplumlar kendi vatanlarına ve kültürlerine garip kalıp kim olduklarına kendileri karar veremediklerinde küresel ekonomik sistem bunu onlar için her türlü imkân ve kabiliyeti kullanarak çok daha hoyratça yapmaktadır. Dolayısıyla yabancılaşma ve kimlik kaybının panzehiri hayatın tüm alanlarında ve her açıdan güçlü olmaktır. Metanın fetişizm hâline geldiği bir dünyada maddenin kölesi olmaktan kurtulup, kendi kültür ve dininin efendisi olabilmek, kendi otantizmi içinde kendi zamanını yaşamak için zaruridir bu.
Yabancılaşma kendi dünyasından kopma, başka ürünler, kavramlar, semboller, hayaller, özlemler içinde kendi kimliğini kaybetme, yabancı bir diyarda âdeta garip kalma sürecidir. Yabancılaşmanın yönü garip kalmada merkeze alınan kavrama göre değişir. Dinî yabancılaşma tevhidi özden uzaklaşma, bireysel yabancılaşma öz benlikten kopma, sosyal yabancılaşma toplumsal normlardan sapma, ekonomik yabancılaşma emek ve ürünün karşılığını alamama, siyasal yabancılaşma politik ilke ve kurumların dışında kalma, eğitim olarak yabancılaşma yerleşik terbiyeden mahrum olma yanında bir mesleği icra edecek teknik yeterliliğe sahip olamamadır. Fikir ve vicdan olarak hürriyetten yoksun olma ya da bir yönüyle ruhla beden arasındaki ikiliğin yarattığı çatışma ise felsefi yabancılaşmadır. Toplumun geneli dikkate alındığında ise, yabancılaşma, toplumun değerler, kurallar ve işlevler olarak "bir mana" etrafında birbirini tamamlamamasıdır. Bireye, topluma, devlete, hayata yön veren müşterek manalardan sapma arttıkça kuralsızlık, otoritesizlik, yabancılaşma ve kimlik kaybı da artmaktadır. Şehirleşme, akılcılaşma ve bireyselleşme genel eğilimlerine paralel düşünce, bilgi ve teknolojiyi üretmekten ziyade kullanan; işgal ve kontrol sistemleriyle kendisini sıkıştırmasına rağmen kapitalist dünyaya can verir şekilde maddi kültür unsurlarını fütursuzca tüketen; markalar, imajlar, idoller tarafından belirlenen "sanal bir hipergerçeklik" içinde yaşayan; sahte ihtiyaçlar peşinde koşarak kazandığından fazla harcamaya zorlanan, dolayısıyla borçlanan ve yalnızlaşan; aile, eğitim, kültür ve ekonomik sermayesi yetmediği hâlde önde olma ve görünme hevesiyle keskinleşen ve bu nispette de toplumsal barışı zedeleyen; toplumsal norm, geleneksel değer ve dinî kurallara aykırı olarak televizyon ve internette ikincil ya da "inorganik" sosyalleşmeler yaşayan; egoist, faydacı, hazcı, sosyal ahlakı cinselliğe indirip imkân bulduğunda her türlü ahlaksızlığa açık her yönüyle kafası karışık bireyler arttıkça hedefsizlik, kimliksizlik ve yabancılaşma da artmaktadır. Bu tarz kuralsızlıklar, özellikle dinin de, kültürün de, ekonominin de çimentosu olan orta tabakalara sirayet ettiğinde, yabancılaşma çok daha riskli bir noktaya ulaşmış olur.
Tam da bu noktada, yabancılaşma ve kimlik erozyonuna karşı, temelinde adalet, işleyişinde ahenk, insanlık tasavvurunda kapsayıcılık, münasebetlerinde anlayış, rekabet ve çatışma süreçlerinde bile ilkeli olacak bir hayat için dini özümüze olan ihtiyaç, her zaman olduğu gibi, yine büyüktür. Zira geçmişten günümüze Türkler, İslamiyet'in son bin yıldır ana rengini verdiği daima "mana" etrafında bütünleşmiş bir toplum olagelmiştir. Mana etrafındaki bütünleşmeyi devam ettirmek için bu gün de pek çok gerekçe ve sebebe sahibiz. Bu mana, öncelikle akıl ve sorgulamanın ötesindeki anlam arayışına tekabül etmekte ve cevaplar vermektedir. Dolayısıyla, yeri, bilim dâhil hiçbir beşerî etkinlikle tam manasıyla doldurulamayacak bir güçtür. Allah, insan, diğer canlılar ve tabiat hakkında temel ilkeleri vererek zihniyet ve kimlik kazandırmakta, bu suretle de insanın yaratıcıya, kendisine, diğer insanlara ve tabiata karşı yabancılaşmasını engellemektedir. Yine bu çizgide millî kültürü beslemekte, korumakta ve diğer nesillere aktarılmasında aracılık yapmaktadır. Onaylanan ve onaylanmayan davranışları belirleyerek toplumsal faaliyet alanının temel çizgilerini tayin etmekte; onaylanmayan davranışları kendine özgü caydırma kültürü içinde ayıklamakta; böylece içtimai tesanüt ve kardeşliğe hizmet etmekte. Katı grup mantalitesini aşan kucaklayıcı bir dinî kültür oluşturulduğunda ise, dinî değerler sadece bütünleşmeye katkı sağlamaz, aynı zamanda çatışmaları yumuşatır; sosyal kontrolü sağlamada faal roller üstlenir. Bir başka açıdan, tarihî mücadele ve kahramanlıklarımızda belirgin bir hususiyet olduğu gibi, gaza ve cihat ruhu, normal zamanlarda sabır ve çalışma, zor zamanlarda cesaret ve fedakârlık aşılayarak maddi ve manevi dayanışma duygusunu güçlendirmektedir. Bu dayanışma duygusu, doğru ve yerinde kullanıldığında, global bir ümmet şuuru hâline gelerek millî sınırların ötesinde bir kuvvet hâline de gelmektedir. Neticede, din, varlık yolculuğunda insan ve dünya ile ilgili asıllarla ilgilidir; aslın sırrına varan bir toplum ise bütünsel bir kimlik oluşturmada daima avantajlı bir yerdedir.