Diyanet İşleri Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Yavuz Ünal'ın Mayıs 2016 sayımızda kaleme aldığı çerçeve yazısı.
HAYRA ANAHTAR, ŞERRE KİLİT: İslam Ümmeti
Prof. Dr. Yavuz ÜNAL
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Nitelikli bir topluluğa dikkatleri yönelten ümmet kavramı, ahlakı, hassasiyetleri, kaygıları ve idealleri yani hayata bakış tarzları benzer insanların oluşturduğu organik bir yapıya işaret etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetin açılımı olan müminlerin birbirleri ile olan ilişkini anlatırken biri beden (Müslim, Birr ve Sıla, 66.), diğeri de unsurları birbirine geçmiş bina (Buhari, Mezalim, 5.) örneklerini kullanmaktadır. Aynı olguya vurgu yapan Yüce Mevla ise yapısal olarak kaynaşmaya müsait, birleştirilmesi için de emek edilmiş dolayısıyla iç içe geçmiş kurşunlu bina (Saf, 61/4.) örneğini kullanmaktadır. Bu yapıdaki topluluk/ümmet, mensuplarının sahip olduğu vasıfların yüksek değer ifade etmesi nedeniyle de Yüce Mevla'nın, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" (Âl-i İmran, 3/110.) övgüsüne mazhar olmuştur. Burada ümmet, ten rengi, zenginliği, ırkı, sosyal statüsü vb. kendi elinde olmayan şeylerle övgüye layık bulunmamıştır. Aksine onu oluşturan bireylerin bilinçli bir tercih (iman), bu yönde emek (amel) ve bir hedef (cennet) uğrunda, kontrol altına alınmış bir kalp, sırat-ı müstakime odaklanmış bir zihin ve sosyal ilişkiler ağında rızay-ı Bari'yi esas alan varlıklarıyla temayüz etmektedir.
Bölünme, parçalanma, ya da ayrık unsurlar olarak hareket edildiği için sonuç alınamadığı ya da yüksek risk ihtimalinin ortaya çıktığı özel durumlarda vurgulanan 'birlik olmak' çağrısı, dinî literatürde Vahdet kavramıyla karşılanmaktadır. Vahdet ise ümmet olgusunun beyanıdır. Birlik olmak çağrısı, bizatihi değerlidir, zira bu tercih ve hassasiyet yitirildiğinde, aile, millet, devlet vb. yapısal hiçbir varlık söz konusu edilemeyecektir. Bu aynı zamanda bireylerin de 'başka yapıların' malzemesi olacağı anlamına gelmektedir. Ancak kendisine ait yapı içerisinde köşe taşı olanlar, diğerlerinde varlıklarının hiçbir anlamı olmayan bir dolgu malzemesi olabileceklerdir.
Söz konusu çağrı, başarabilmek, daha fazla menfaat temin edebilmek vb. özel durumlar, diğer bir ifadeyle konjonktürel şartlar nedeniyle bir iradenin arzusunu ortaya koyup bulduğu karşılığa göre, aile, millet, devlet vb. oluşumları mümkün kılmaktadır. Söz gelimi aile için, bireylerden birinin evlilik teklifini diğerinin kabul etmesi gerekmektedir. Ancak kabul ettikten sonra artık birey değil aile vardır. Şahsiyetini, saygınlığını ve birey olarak bütün haklarını sürdürmesine rağmen, artık o yeni bir oluşumun parçasıdır. Bu nedenle aile, iki saygın bireyin yapıtaşlarını oluşturması hasebiyle, zihinlerde 'ben'i 'biz'e evirecek kadar güçlü dönüştürücü özelliği olan bir kavramdır. Bu konseptte kullanılan özel terimlerden biri de ümmet kavramıdır. Ancak buradaki dönüşüm bireyin toplum içinde kaybolması, toplumun da bireyin vasıflarını tebarüz ettirmesi şeklinde farklı bir yapı arz etmektedir. Bu ben'in biz'e dönüşümü, biz'in de ben'de tecessüm etmesi anlamına gelmektedir. Böylece birey, ait olduğu bütünle şereflenir. (Âl-i İmran, 3/139.)
Yüce Mevla'nın Kur'an-ı Kerim'de bu vasfıyla kullandığı ümmet kavramı, iyilik ya da kötülük yapabilme yeteneği verilen, ancak imtihan alanı olarak nitelenen bu dünya atmosferinde iyiliğin temsilcisi olması istenilen bireylerin oluşturduğu özel bir yapıya atıfta bulunmaktadır. Burada hedef olarak belirlenen, 'kurtuluşa' erecek olan Müslümanın, Allah'ın yapılmasını istediği iyilikleri tercih eden, hatta varlığıyla özdeşleşmiş bir şahsiyet sahibi olması, dolayısıyla, bencilliğin, nankörlüğün, kinin, nefretin, intikam duygusunun kaynağı olan nefsini kontrol altına alması gerekmektedir. Bu denklemde büyük küçük ayırımı yapmadan kötü ve çirkin olan her söz, eylem ve ideal, sahibini kontrol altına almak isteyen nefsin gıdası olarak görülmektedir. Bu nedenle onun zayıflatılması ve arındırılması İslam açısından kurtuluşun imkânı olarak gösterilmektedir.
Allah Teala'nın ümmet kavramıyla dikkatlere sunduğu toplum, nankörlükten uzak, iki yüzlülüğü karaktersizlik olarak gören, varlığı itibarıyla iyi olmayı ve iyilik yapmayı önemseyen, dolayısıyla kötü olandan ve kötülüklerden uzak duran, nihai kurtuluşu hedefleyen bu yönüyle kendisiyle teması olan eşi, arkadaşı, ailesi, komşusu vb. her bireyle kaynaşması mümkün olan fertlerden oluşmaktadır. Bu vasıfta olmayan bireylerden hayır gelmeyeceği uyarısı, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirtilmiştir. (İbn Hanbel, II, 400.) Burada asıl olan, karakteristik özellikleri birbirine benzeyen bireylerdir. Zira Allah toplumun pozisyonunu bireylerin pozisyonuna bağlamıştır. Birey değişirse toplum da değişecektir. (Ra'd, 13/11; Enfal, 8/53.)
Ümmet kavramıyla idealize edilen toplum inşasında bireyin varlığı, tercihleri ve şahsiyeti önemli bir yer tutmaktadır. İyilikle temsil edilen toplumda, bireyin iyilik yapması önemlidir, ancak bunu neden yaptığı yani niyeti daha önemlidir. Söylemesi önemlidir, ancak kendi yapmadığı şeyi başkasına söylemesi, kabul edilemez bir zafiyeti ifade etmektedir. İnsanların gördüğü yerde güzellikleri temsil eden, onların vâkıf olmadıkları yerlerde nefsini ya da şeytanı memnun eden kişilik, muteber bir şahsiyet değildir. Bu vurgu ve ayırım hemen her alanda dikkat çekmektedir. Hatta Müslüman, münafık, kâfir vb. kategorik ayırım ifade eden kavramlar bu ayrıntıyı esas almaktadır.
Allah'ın elçi ve model olarak tayin ettiği Rasulü'nün rehberliğinde şekillenen bireylerden oluşan Ümmet, hitabın doğrudan muhatabı olmuş, bu bağlamda ayırıcı vasıfları da belirtilmiştir. Allah'a ve ahirete iman eden, yaptığı zerre kadar bile olsa her iyiliğin veya her kötülüğün şahitli olarak mizanda önüne konulacağını bilen, (Zilzal, 99/7-8.) buna göre de mükâfat veya ceza göreceğine inanan Müslüman toplumunda, denklem iyilik üzerine kurulmuştur. Öyle ki, kötülük yaptığınızda bunun vicdanınızı rahatsız etmesi gerekmektedir. Anlık hatalar, hayatın akışı içerisinde nedametler oluşturmalıdır; geri dönüp onu temizlemek için pişman olmak, bir daha yapmamaya karar vermek ve onu telafi etmek için çaba sarf etmek gerekmektedir. Bu döngü içerisinde kötülük, pişmanlık ve telafi çabası sayesinde, sahibini saflaştıran ve olgunlaştıran bir ateş olacaktır. Eğer geçici imtihan alanında bu gerçekleşmezse, gerçek hayatta yani ahirette onun azabını, sıkıntısını artıracaktır.
İyilik üzerine kurulu denklemde ümmet, temsilcisi olduğu marufun yani güzel olan ne varsa onların öne çıkmasını sağlayacak, münker yani çirkin/kötü olan ne varsa onu da hayattan uzaklaştıracaktır. Ancak bu sözün değil, eylemin; oldurmanın değil olmanın öncelenmesini zorunlu kılan bir süreçtir. Zira kişinin yapmadığı şeyi söylemesi kabul edilemez bir eylem olarak görülmektedir.(Saf, 61/3) Hepsinin temelinde ise niyet yatmaktadır. (Buhari, Bedü'l-Vahy, 1.)
Bu bağlamda insanların arasından ve insanlık için çıkarılmış bu topluluk, ümmetlerin en güzeli olarak görülmektedir. Zira o, yer kürede, mazlumu ve mağduru kollayan, adaletin güvencesi, ihtiyaçları gideren, dolayısıyla insanlık açısından teminat ve denge unsurudur. Ancak bu sadece Hz. Peygamber (s.a.s.) ve dönemine has bir şey olarak görülmemektedir. Zira Peygamber'ine (s.a.s.) yüklediği misyonun, aynı zamanda ona tabi olanlar tarafından da sürdürülmesini murad eden Yüce Mevla, hakkın tebliğcisi ve temsilcisi olmayı sahipsiz bırakmamış, hatta ümmetin bütün bireylerini onunla tanımlamıştır. (Bakara, 2/143.) Burada hayırlı ümmet olgusu, vahyin kontrolünde hayat süren Hz. Peygamber tarafından tesis edilmiştir. Bu yapının hem sağlanmasını ve hem de kendisinden sonra sürdürülmesini temin edecek uyarılar da yine O'nun tarafından yapılmıştır. Bu bağlamda yapılan en önemli şey, "Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer." (Müslim, Birr ve Sıla, 66.) teşbihiyle, her Müslümanın ana yapının bir parçası olduğunun vurgulanmasıdır. Aidiyet bilincini tesis eden bu tanım, bütün bireylere özel bir rol ve tarihi bir misyon yüklemektedir. Bu bağlamda Müslümanların durumuyla ilgilenmeyeni de onlardan olmamakla tehdit emek suretiyle hassasiyetleri artırma çabası içerisinde olmuştur:
"Müslümanların işleriyle ilgilenmeyen kimse onlardan değildir. Allah adına, peygamberi adına, kitabı adına, yöneticisi adına ve bütün Müslümanlar adına nasihat etmeyen (hassas davranmayan) kimse onlardan değildir." (Taberani, el-Mu'cemü's-sağîr, II, 131.)
Hz. Peygamber (s.a.s.) yapının korunması açısından da Müslümanın diğer Müslümanlarla ilişkisinde yıpratıcı ve yıkıcı her şeyden uzak durulmasını sağlamak amacıyla, "Zandan sakının! Zira zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın. Birbirinizin özel hâllerini araştırmayın. Birbirinizle üstünlük yarışı içine girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeşler olun!" (Müslim, Birr ve Sıla, 28.) uyarılarını yapmıştır.
Allah Rasulü (s.a.s.) ümmetin iç işlerinin düzenlenmesinde, olası haset, karşılık beklentisi, hayal kırıklığı, ya da kibre sevk edebilecek ihtimalleri ortadan kaldıracak, toplumun en zayıf halkasını Rabbiyle muhatap kılacak, nimetler olarak görülmesini sağlayacak bir ilişki ağı oluşturmuştur:
"Kim bir Müslüman'ın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve ahirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir Müslüman'ın ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur." (Ebu Davud, Edeb, 60.)
Buna göre siz Müslümanın sıkıntısını giderirseniz Allah da sizin sıkıntınızı giderecektir. İşini kolaylaştırırsanız Allah da sizin işinizi kolaylaştıracaktır. Ayıbını örterseniz Allah da sizin ayıbınızı örtecektir. Açıkçası burada mazlum, mağdur, mülteci, yetim vb. pozisyonda olanlar, imkânı olan Müslüman için Allah'ın kendisini kollamasını sağlayacak, özel fırsatlar olarak görülmektedir. Aslında Müslüman, malına konulan zekât, sadaka, fitre vb. tasarruflarla bu yöne yatkın hâle getirilmiştir. Bu noktada sadece malla alakalı olmayan iradi bir yönlendirme ve ahlaki bir hassasiyet oluşturulmuştur. Sonuçta ümmet yapısının tahkimi, Müslümanların kendilerini güvende hissetmeleri, bütün insanlık için de güvence oluşturması amaçlanmıştır.
İnşa edilen bu yapının sürdürülmesini sağlayacak uyarı ise, iman edenleri muhatap alan Yüce Mevla'nın, "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve dağılmayın" (Âl-i İmran, 3/103.) emriyle, tecessüm etmiştir. Zira onları, yolda, yönde ve hedefte bir kılacak olan söz konusu ip teşbihiyle anlatılan Yüce Kitabımızdır. Aynı zamanda "Ey iman edenler!" hitabıyla dikkatleri çekilen ümmete, "…İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (Maide, 5/2.) uyarısı yapılmaktadır. Emir kipiyle gelen bu talimatlar, farkındalık sahibi inanan insan için hassasiyet oluşturduğu gibi, muhayyerlik hakkı da tanımamaktadır.
Günümüzde yaşanılan bilinç sorunu nedeniyle oluşan kimlik krizi, aidiyet ve özgüven eksikliği bir taraftan ümmet olgusunun varlığını tehdit ederken, diğer taraftan dünyadaki mazlumların güvencesini de riske sokmaktadır. Bu ise insanlığın bunalımı demektir. Karaya vuran yunus balıkları, insanlığın sorunu olarak ilginin merkezine otururken, evinden kaçmak zorunda olan milyonlarca insan, ya da Avrupa'nın göbeğinde akıbeti meçhul on binlerce çocuk, sıradan haberin ötesinde bir sorun olarak insanlığın gündemine girememektedir. Öyle zannediyorum ki bu, her Müslüman aydının onlarca kez düşünmesi gereken bir sorundur.