Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar:
Söyleşi: Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Eğer bugün ortada şikâyet ettiğimiz bir sorun
varsa, bu sorunu insanlık olarak biz hep birlikte ürettik. Bu nedenle bugün, ne
tek bir inanç çevresinin, ne İslam dünyasının ne de dünyanın tek bir bölgesinin
şiddet sarmalının üstesinden gelmesi mümkün değildir
Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in sünnetinde hiç
bir şiddete, yani ahlaki ve hukuki meşruiyeti olmayan şiddete alan
bulamazsınız. Diğer semavi dinlerin mesajları da aynı şekilde böyledir.
Bizim inancımızda ye’se yer yoktur. Biz umut
ışığı olmak mecburiyetindeyiz. Bütün bu yaşanan gerilimler daha güzel günlerin
müjdecisi olacaktır.
Sayın hocam! Şiddet insanlık tarihi kadar eski ancak şiddetin
sistemli uygulanması modern zamanlara özgü bir durum. Bugün kitlesel ölümlerin
olduğu savaşlar, soykırımlar vb. azalacağı yerde giderek artıyor. Suriye’de,
Irak’ta, Mısır’da yaşananlar malum. Bu bağlamda şiddetin giderek artmasını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Şiddet” son zamanlarda üzerinde çok konuşulan ve tartışılan bir olgu ve
bir kavram. Bununla birlikte insan
hakları, özgürlük, hürriyet, eşitlik, adalet bunlar da özellikle modernitenin
öne çıkardığı kavramlar. Modern zamanlarda bu tür kavramlara özel anlamlar
yüklenerek çoğaltılıyor. Modern toplumlarda insana, kültüre, bireylere, aileye
yönelik şiddet tanımlamaları var. Bu şiddet bazen fiziki veya psikolojik
olabilir. Güçlünün zayıf üzerinde herhangi bir baskı oluşturması şiddet oluyor.
İnsanların güç ve iktidar savaşına girmesi, her düzeyde iktidar ilişkileri
kendi bünyesinde bir tür şiddet barındırıyor. Güçlü ve egemen olanların, gücü
elinde bulunduranların bireye ve topluma doğal olarak bir şiddet yüklemesi söz
konusu olmaktadır. Bundan dolayı modern zamanlarda şiddet kavramına daha özel
anlamlar yüklenmiştir. Bilhassa kadın, erkek ilişkilerinde, güçlülerin,
iktidarın, silahı elinde bulunduranların, yönetilenlere karşı sahip oldukları
şiddet potansiyeli iktidar ilişkileri bağlamında çok tartışılıyor.
Kitlesel şiddet hadiseleri tarihin her döneminde var olagelmiştir.
Günümüzde de İslam dünyası ve bütün dünyada birtakım şiddet hadiseleri var,
buradan çıkan sıcak çatışma ve savaşlar var. Savaşların bir hukuku, örfü,
başlama sebebi, icra edilişi ve bir sonucu var.
Meşruiyetini eşyanın tabiatından ve hukuktan alan bir “şiddet” var. Bir
şeyin şiddet içeriyor olması, bizatihi
onun kötü bir şey olduğu anlamına gelmez. Ancak şiddet, güç ve iktidar eğer
ahlaki ve hukuki meşruiyetten yoksunsa o zaman kötüdür. Günümüzde insanlık
olarak meşruiyetten yoksun bir şiddet sarmalıyla karşı karşıyayız. Meşruiyetten
yoksun şiddet hadiseleri karşısında büyük bir bunalım içerisindeyiz. Biz buna
“şizofrenik şiddet” diyebiliriz. Bugün çevre demeden, tarihî eser demeden,
mazlum demeden, insan demeden dünyamızı tahrip edip, yok eden bir şizofrenik
şiddet durumu var. Tarihte, toplumsal, insani düzlemde ortaya çıkan şiddet
olayları büyük ölçüde ortaya çıktıkları mekânla ve ilgilileriyle sınırlı
kalırken, yayılmaları ve bilinmeleri çok dar ölçüde oluyordu. Modern zamanlarda
hiçbir hadise bulunduğu çevrede, mekânda ve ilgilileriyle sınırlı kalmıyor.
Gerçek ortamdaki şiddet vakaları, sanal ortamlarda çoğaltılıyor. Etkisi yükseltilmiş
şiddet atmosferi ortaya çıkıyor. Bugün en büyük sorunlardan birisi budur.
Bununla baş etmede insanlık zorlanıyor. İnsanlık kendi eliyle kendisini bir
şiddet atmosferine itiyor. Bu şiddet sarmalı içerisinde sorunlar çoğalıyor.
Bundan kurtulmak için de insanlık ortak çareleri maalesef istenen düzeyde
geliştiremiyor.
İslam dinini
şiddetle yan yana getirmek isteyen birtakım odakların İslami terörizm/Müslüman
terörist vb. algıları desteklemek üzere Müslüman toplumlar üzerinde algı
operasyonları yaptıkları hepimizin malumu. Söz konusu yanılsamalara Müslümanlar
ne şekilde katkı vermektedir? İslam dünyası olarak bu hususlarda bize düşen
sorumluluklar nelerdir?
Bugün ortak irade, ortak kaygıyla ortak hedefe doğru hareket eden tek
bir Müslüman öznesi yoktur. Bundan dolayı Müslüman coğrafyasında cereyan eden
bütün hadiseleri derleyip, toplayıp faturayı totalde bütün Müslümanlara
kesmenin de âlemi yoktur. İslam dünyasında
cereyan eden bu hadiselerin çok farklı etkenleri var. İslam dünyası, bugün bir
buçuk milyarlık nüfusa sahip, elliden fazla ülke olarak dünyanın aşağı yukarı
beşte birine tekabül eden bir kitle ve büyük bir coğrafya. Yani kıta
Avrupa’sından tutun da, Rusya’sı, Balkanlar’ı, Orta Doğu’su, Kuzey Afrika’sı,
Asya pasifiği, Kıta Avrupa’sı vs. Baktığımız zaman dünyanın bütün bölgelerine
dağılmış yoğun bir nüfus söz konusu. Modern zamanlarda kendisine İslam dünyası denilen dünya ve Müslüman
ülkeler nasıl ortaya çıktı ve de nasıl yapılandı? Bugün cereyan eden şiddet
hadiselerinin veya trajedilerin köklerini ve temel nedenlerini belki de öncelikle orada aramak
lazım.
Unutmamak lazım ki insanın ve toplumların etkin tarihi, geride bıraktığı
tarihinden bağımsız değildir. Biz tarihe kayıtsız kalabiliriz, ama tarih bize
asla kayıtsız kalmaz. Biz tarihte olup bitenleri unutabiliriz, ama bizim
tarihimiz bizi unutmaz, peşimizi de bırakmaz. Dolayısıyla biz bu tarihsel
hafıza içerisinde hareket ediyoruz. 19. ve 20. asırda İslam dünyası bir dağılma
süreci yaşıyor. Bu çerçevede Batı medeniyetiyle İslam medeniyeti arasında
siyasi, iktisadi, hukuki, askerî, bilimsel ve eğitsel alanlarda büyük bir açık
ortaya çıkmaktadır. Aslında 15. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş gelişen olaylar,
yerini 18-19. yüzyıldan itibaren çok şiddetli gerilim ve savaşlara bırakıyor.
İşte bu süre zarfında birtakım işgaller, istilalar, el koymalar,
kolonileştirmeler/sömürgeleştirmeler söz konusu oluyor. Nihayetinde İslam
Coğrafyası Batılı güçler tarafından
işgal ediliyor. Böylece Batı’da Hollanda’dan Portekiz’e, İspanya’dan
İngiltere’ye, Fransa’ya kadar pek çok ülkenin sömürgeleri oluşuyor. Tabii
Batı’da sanayi devrimi, bilimsel inkişaflar, teknolojik gelişmeler İslam
dünyasındaki yer altı ve yer üstü kaynaklarının Batı’ya aktarılması süreçlerini
başlatıyor. Bu arada Hindistan, Pakistan üzerinde yaşanan hadiseler,
İngiltere’nin oradaki sömürgeleştirme çabaları ve gayretleri, Ortadoğu’da
yaşanan hadiseler ve buna karşı 20. yüzyılda bağımsızlık mücadelesi veren,
işgalcilerden ülkelerini kurtarmak isteyen bir İslam dünyası gerçeği var
ortada. Bu arada Anadolu dâhil birinci dünya savaşı ve ondan sonraki günlerde
ülkemizin her tarafı Batılı ülkeler tarafından işgal edilmiş vaziyetteydi.
Milletimiz, büyük bir varlık mücadelesi vermiş ve kurtuluş mücadelesi
neticesinde bağımsız bir devlet kurulmuştur. İslam dünyasında yaşanan bu tarihî
olayların hatıraları bizim kültürel genlerimizde hâlâ tazeliğini korumaktadır.
Dolayısıyla bir Doğu Batı karşılaşması söz konusu olduğunda, bizim dünyamızın
hakim zihni ister istemez işgallere, sömürülere, bölmelere parçalamalara,
içeriden ele geçirilmelere ket vuruyor, yani muhayyilesi oralara gidiyor.
Bunları bir biçimde derinden hissediyor. Modern zamanlarda yaşananlar ise varoluşsal
olarak Batı algımızı biçimlendirmede
işin tuzu biberi oluyor.
1940’larda İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, savaş esnasında Kıta
Avrupası’nda yaşanan Yahudi kıyımı sonrası gelişen bir Filistin sorunu ortaya
çıktı. Zamanla bu sorun Arap-İsrail savaşlarına sebep oldu ve tabii ki
eğitimden ekonomiden, refahtan payını alamamış, toplumsal olarak aşağılanmış,
vatanları, beldeleri işgal edilmiş olan insanlar, ötekileştirilmeye daha
eğilimli olduğu için, ister istemez burada bir Batı aleyhtarı tasavvur gelişiyor.
Unutmayalım Filistin bölgesi, İslam dünyasında şiddet üreten havzaların başında
gelir. Elli senedir oradan sürekli bir çatışma dili, bir çatışma söylemi ve bir
çatışma gerçeği/realitesi ortaya çıkıyor. Evinden, yurdundan edilmiş, vatansız
bırakılmış, bütün topraklarına el konulmuş insanlar. Bu acı, doğal olarak
Müslüman vicdanının tamamında etkili olmaktadır. Daha sonra 1980’lere
geldiğimiz zaman bir Afganistan işgali görüyoruz. Acaba, Afganistan’ın niçin
işgal edildiğinin ve insanların yoksulluğa, iç çatışmaya, kargaşaya, kaosa ve
teröre mahkûm edilmesinin hesabını bugünün egemen dünyası verebilmiş midir?
Elbette verememiştir. Ülkesini işgalden korumak için harekete geçen insanlar,
işgal bittikten sonra terörizm ve şiddet anaforuna savrulan kitleler, aynı
zamanda Afganistan’ı uyuşturucunun, kaçak ticaretin, her türlü hukuksuzluğun ve
kanunsuzluğun kol gezdiği bir coğrafyaya dönüşmüştür. Afganistan, şiddet üreten
ikinci bir havza olarak maalesef önümüzde duruyor. Bugün dünyanın başına bela olan bütün şiddet
motiflerinin, baktığınız zaman oralardan çıktığı görülüyor. İşte
el-Kaide’sinden tutun da Taliban’ına, Işid’e kadar pek çok unsur oralarda
şekillendirilmiştir. Aynı şekilde 1990’lara geldiğinizde körfez savaşı ve Irak
hadisesini görüyorsunuz. 1980-90 arasında İran-Irak arasında yaşanan
çatışmalar… Irak hadisesiyle birlikte siyasi düzeni altüst edilmiş, toplumsal
düzeni tamamen darmadağın olmuş Afganistan’a benzer bir üçüncü şiddet havzası
da Suriye’dir. Şimdi bütün bunlar durduk yere kendiliğinden mi oldu? Bu soruyu
sormak gerekir. Ve ondan sonra manipülasyona açık alanlar oluşuyor. Buralardaki
Eğitimli-eğitimsiz ve yoksul kitlelerin veya haksızlığa uğradığını düşünen
kitlelerin reaksiyoner tutumları kontrol edilemez bir noktaya gelmektedir. Aynı
şeyi Afrika için de söyleyebilirsiniz. Afrika ve Nijerya’daki hadiselere veya
buna benzer yaşanan diğer toplumsal olaylara baktığımız zaman; -biz tabii
hadiselerin askerî boyutlarını, siyasi boyutlarını bilemeyiz- yine birtakım
uluslararası şirketlerin oralara gitmesiyle, yeraltı zenginliklerinin talan
edilmesiyle, siyasi rejimlerin kukla hâline getirilmesiyle, eğitimsiz kalmış
gençlerin istismar edilmesiyle oralarda da şiddet üreten yani şizofrenik şiddet
üreten bir atmosfer oluşmuştur. Maalesef bu havzalarda dünyayı tehdit eden veya
dünyada Müslüman imajını olumsuz etkilemek için kullanılmaya müsait görüntüler
ortaya çıkmıştır.
Sayın hocam,
ferdî manada her birimizin birtakım aidiyetleri alt kimlikleri var. Bunun
yanında bir de Müslümanlık dediğimiz bir üst kimliğimiz var. Nedense alt
kimliklerimiz veya tali derecedeki aidiyetlerimiz hep üst kimliklerimizi
bastırıyor ve o zaman aramızda şiddetli çatışmalar ortaya çıkıyor. Bununla
bağlantılı olarak Bugün Ortadoğu’da yaşanan çatışmaları, kimlik ayrışmalarını
ve bunun ortaya çıkardığı şiddeti; bütün bunları nasıl yorumlamalıyız?
Şimdi bir defa insan, toplumsal bir varlık. Ve sizin sağlam, yerleşmiş,
işleyen bir siyasal rejiminiz olmadığı zaman, ona bağlı eğitim müesseseleriniz,
ona bağlı istihdam müesseseleriniz, yatırım müesseseleriniz, iktisadi
düzenleriniz de olamıyor. Bunun sonucunda da ontolojik ve psikolojik açıdan
dengesini yitirmiş, güvenlik sorunu yaşayan bireyler ve oluşumlar ortaya
çıkıyor. Eğitim alanları daralıyor, ayrımcılık pekişiyor. Diyaspora Müslümanlar’ı,
bilhassa Batı’da azınlık olarak yaşayan Müslümanlar, ötekileştirilmeye maruz
bırakılıyor. Siyasi rekabetin malzemesi hâline getiriliyorlar ve onlar
üzerinden bölücü ve ayrıştırıcı politik söylemler üretiliyor. Bir taraftan
hukukun üstünlüğünden söz ediliyor, din özgürlüğü deniliyor, ama bakıyorsunuz
ki Müslüman göçmenler ülkelerin güvenlik politikalarının malzemesi olarak
görülüyor.
Şimdi burada Batı siyaset kurucuları din özgürlüğü alanında, eğitim
alanında bir öz eleştiri yapmalıdır. Zira bugün üçüncü, dördüncü kuşak Müslüman
nesiller Avrupa’da yaşıyor. Batı toplumlarının, “bu nesiller neden ihmal
edildi? Nasıl ihmal edildi? Ne için bunları örgün eğitim süreçlerine katarak
Batı değerleriyle uyumlu hâle getiremedik?” diye bir öz eleştiri yapmaları gerekiyor.
Yani ikincil aidiyetler diye tarif ettiğiniz aidiyetler bugün toplumsal
parçalanma yaşamış, azınlık olan diyasporası Müslümanlarının yegâne sığınakları
hâline gelmiştir. Ama bu sığınaklar bugün mazlumiyet ve mağduriyet
psikolojisine hapsedilmiş olanları olması gerekenden alabildiğine uzaklaştıran
sığınaklardır. Batı’da öz eleştiriden daha güçlü olan bir İslamofobya rüzgârı
var. Öz eleştirinin önüne geçen Almanya’da, İsviçre’de, Hollanda’da görülen
cami yakma eylemleri ve İslam karşıtı gösteriler var. İslam coğrafyasında
yaşanan birtakım olaylardan da yola çıkarak, öz eleştiri yerine fobiyi ve nefreti daha da
körüklüyorlar. Paris’te meydana gelen meşum Charlie Hebdo baskınını ve
katliamını şiddetle kınamak ve lanetlemek her vicdan sahibinin ihmal edemeyeceği
insani bir görevdir. Bu olaya verilen kararlı tepki ve Fransız halkının
sağduyulu yaklaşımı gelecek adına ümit vericidir. Umarım buradan hareketle Batı
siyasası ve entelijansiyası ifade özgürlüğünün istismarı dahil pek çok konuda
bir özeleştiri ve sağduyu dili geliştirir.
Barış dini olan
İslam, terörü asla onaylamıyor. Fakat Uluslararası terör örgütleri listesindeki
53 örgütten 27’si kendilerini İslamcı olarak tanımlıyor. Sizce bu durum bize
neyin sonucunu ya da hangi problematiği ortaya koyuyor?
1990’lı yılların başına kadar bu örgütlerin başını Marksist örgütler
çekiyordu. Yani Batı’nın ötekisi olarak hedefine koyduğu Marksizm, Marksist
özgürlükçü veya sosyalist düzeni gerçekleştirmek isteyen, eşitlikçi iddialar
üzerinden giden yapılar ve örgütler vardı. 1950’lerden 1990’lara kadar hep
onları görüyorduk. Ondan sonra bir yeşil kuşak projesi çıktı. Mahiyetini
bilmiyoruz ama bugün İslam dünyası 1990‘lardan itibaren yavaş yavaş Marksist
örgütlerin yerini almış gibi gözüküyor. Unutmamak gerek ki bugün dünyayı saran
şiddet hadiseleri, sadece bulunduğu yeri yıkmakla sınırlı kalmayacaktır. Bugün
artık her kültür, her yerdedir. Bugün her inanç, her yerdedir. Aynı şekilde
bugün her olay, her yere sirayet etme kabiliyetindedir. Norveç’te yaşanan,
Amerika’da yaşanan birtakım hadiseleri hatırlayın. Netice itibarıyla dünyada
cereyan eden bu olaylar ve bu olayları maximize ederek, çoğaltarak sanal
ortamlarda yayan kitle iletişim aygıtları, aslında hepimizi terörize ediyor.
Yani hepimize şiddet uyguluyor ve hepimizi irrite ediyor. Orada da inanç ayrımı
yapmıyor. Hepimizi kaygılandırıyor; öfkelendirip, korkutuyor. Psikolojik güven
problemi yaşayan bireyler ortaya çıkıyor. Şiddet saikiyle bireyin, toplumun ve
toplumsal düzenin dışarıdan müdahale edilerek dejenere edilmesi, hukuk düzenini
ve adalet zeminini bozuyor. Hukuk düzeni bozulduğu zaman mülkün paylaşılmasında
sorunlar ortaya çıkıyor. Mülkiyet düzeni buradan yara alıyor. Hukukun
işlemediği bir siyasal rejim, adaletin tesis edilmediği bir toplumsal düzende
insanların psikolojik ve ontolojik güvensizliğe düşmemesi mümkün değil. Burada
artık alt kimlik ve aidiyetler birer sığınak hâline gelebilir. Eğer kabile
toplumlarıysa ki hâlâ Kuzey Afrika’dakilerin tamamı, Arap dünyasındaki
devletlerin tamamı, henüz modern anlamda bir toplumsal düzeye oluşabilmiş
değildir. Bunların büyük çoğunluğu kabile esasına göre şekillenmiştir. Kabile
esasına dayanan bir toplumsal yapıda, modern devlet düzenini gerçekleştirmek
nasıl söz konusu olabilir? Bunun cevabı için Tunuslu Hayrettin Paşa’ya gitmeye
veya İbn-i Haldun’a atıfta bulunmaya gerek yok. Ve hâlâ bu toplumlar kabile
esasına göre yapılarını sürdürmektedirler. İslam Coğrafyası ve diyaspora
Müslüman topluluklarına dışarıdan bakan birisi, yerinde olmayan ve yerinden
çıkarılmış kitleleri gözlemleyebilir. Bütün güvenlikleri, geçimleri,
mülklerinin paylaşımı ve iktidar dağılımı, hukuka ve objektif normlara göre
değil, kabile esasına göre şekillenmektedir. Bu bakımdan çok temelli, çok asli
bir sürekli sorun üretme potansiyelleri vardır.
Türk dünyasına baktığınızda da aynı durumla karşı karşıya gelirsiniz.
Birtakım ikincil kimlik dediğiniz unsurlar; mesela şimdi Özbek’le Kırgız
arasında farklı algı söz konusu, hâlbuki bunlar aslında, kökünde birdirler. Ama
insanları oraya iten, ikincil kimliklere sığınmaya iten bir toplumsal düzen
meselesi önümüze çıkıyor. Ondan sonra iktisadi düzen meselesi, mülkiyet düzeni
meselesi ve kültür düzeni meselesi ortaya çıkıyor. Mesela Pakistan 1940’larda
modern bir İslam devleti olarak kurulmuştur. Ama istikrarsızlığın kucağındadır,
çünkü bir defa yönetim istikrarı olmadığında hukuk istikrarını sağlamaları
mümkün değil. Siyasal istikrarsızlığın ve istismarın olduğu yerlerde hukuki
istikrarsızlıklar da kaçınılmazdır. Hukuk dışı iş ve işlemler yapılmaya başlandığında
adalet algısı kayboluyor. Buna bir de küresel müdahaleleri eklediğinizde, İslam
dünyasında bugün yaşanan hadiseleri aratacak gelişmeler olur diye insan gelecek
adına daha fazla kaygı duyuyor. Batı’da ise durum bundan biraz farklıdır. Çünkü
onlar, toplumsal istikrarsızlık süreçlerini uzun yüzyıllar yaşamışlar, bunun
hesaplaşmalarını da kendi içlerinde yapmışlar. Çok şiddetli çatışmalar,
kavgalar yaşanmış ve bunun sonucunda modernite ile birlikte yeni bir toplumsal
düzen algısına ulaşmışlar. Nispeten zaman içerisinde geliştirilebilmiş ve
üzerinde oydaşılmış normlara dayanan, seküler hukuk ekseninde, sosyopolitik ve
iktisadi müesseseler ekseninde bir toplumsal yapılanmaya gidebilmişler. Buna
karşın aslında bugün İslam dünyasında ortaya çıkan şiddetin önemli bir kısmının
kaynağının Batı’ya uzandığını söyleyebiliriz. Ancak İslam dünyasından yansıyan
şiddet, bu sefer Batı’yı, çıktığı kaynağı tehdit ediyor. Yani burada bir
karşılıklı etki tepki meselesi var. Bugün Batı’da sayıları 30 milyona yaklaşan
Müslüman bir nüfus var. Fransa’nın yüzde 10’ u, Almanya’nın yüzde 5’i
Müslümandır. Bu Müslüman kitle asgari 50
yıldır oradadır. Ama hâlâ yabancı muamelesi görüyor. Ayrımcılığa maruz
bırakılıyor. Eğitimden yoksun bırakılıyor. Batı ayrımcılık yapıyor. Bir bakıma
ikili bir dil kullanıyor. Siyasi bakımdan göçmenler üzerinden politika
üretiyor. İktisadi bakımdan onların alanlarını daraltıyor. Batı’da hukukun
üstünlüğü deniliyor, din özgürlüğü deniliyor, ama bakıyorsunuz ki Batı
toplumlarında da göçmenlere ve farklı inanç ve kültür çevrelerine ötekileştirme
yapılıyor.
Bu anlamda bir
öz eleştiri yapmak gerekir mi hocam?
İslam Dünyasının yapacağı bir özeleştiri var. Bu, zamana gecikmişlik
özeleştirisidir. Eğitim düzeyinin düşüklüğü özeleştirisidir. Kendi sahip olduğu
yer altı yer üstü maddi manevi zenginlikleri değerlendirememe özeleştirisidir.
Kendi toplumsal düzenini çağdaş modern hukuku esas alan bir düzeye getirememe
özeleştirisidir. Müslüman Dünyasının siyaset kurucuları, bilge ve aydınları bu
eleştiriyi yapmak zorundadır. Ama bugünün dünyasında bu özeleştiri ortamını
sağlamak ne kadar mümkündür? Bunu da tabii ki siyaset bilimcilerinin tartışması
gerekiyor. Bütün bunları söylemek kolay da bunu gerçekleştirmek nasıl mümkün
olabilir. Yani suçu tamamen Müslüman bireye yıkamayız. Bireyi ayrı bir
psikolojik bunalıma da itemeyiz. “Ah! Biz Müslümanlar şunu yaptık” ya da yapmadık,
demek de doğru değildir. Bugün insanlık hep birlikte suçludur. Eğer bugün
ortada şikâyet ettiğimiz bir sorun varsa, bu sorunu insanlık olarak biz hep
birlikte ürettik. Bu nedenle bugün, ne tek bir inanç çevresinin, ne İslam
dünyasının ne de dünyanın tek bir bölgesinin şiddet sarmalının üstesinden
gelmesi mümkün değildir. Ama burada tüm inanç çevreleri, din çevreleri başta
olmak üzere bütün müesseseler, eğitim kurumları, siyasi iktisadi unsurlar bir
araya gelerek çözüm üretmelidir. Dolayısıyla bütün sektörlerin bu dünyayı
çevreleyen şiddete karşı mücadele ve elbirliği etmesi gerekiyor.
Malumunuz yakın
bir zaman önce Hristiyan Katolik dünyasının dinî lideri Papa Francisco ülkemize
yaptığı ziyaret çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığımız’a da bir ziyarette
bulundu. O ziyarette Diyanet İşleri Başkanımızla birlikte yaptıkları basın
toplantısında, ilahî dinlerin barış ve huzur içerisinde yaşamı öngördüğü
vurgulandı. Siz özellikle bu görüşmelerdeki verilen mesajların, İslam’ı şiddet
ile yan yana gösteren imajların düzeltilmesi açısından Hristiyan/Batı
dünyasında nasıl bir etki oluşturacağını düşünüyorsunuz?
Papa’nın ziyaretinin üzerinden çok geçmeden Avrupa’da; İsveç’te,
Almanya’da vb. yerlerde ortaya çıkan hadiselere bakın. İnsanlar İslam’a karşı
vatanseverler birliği diye çıktılar ve pek çok yerde gösteriler yaptılar.
Elbette ki Batı’da kilise teşkilatlarının çok etkili olduğunu biliyoruz.
Batı’da yetişen nesillerin önemli bir kısmı da eğitim süreçlerini kilise
çevrelerinde tamamlamıştır.
Acaba bu
çevrelerde yeterince barış mesajları verilmiyor mu?
Onlar da mutlaka bu anlamda mesaj veriyordur. Nitekim Almanya’daki
Pegida gösterilerine daha yüksek katılımlı Tegida gibi kitlesel karşılıklar
verilmiştir. Yüksek düzeyli siyasi açıklamalarla sağduyu çağrıları yapılmıştır.
Saldırıya uğrayan camilere sevgi sembolleri konulmuştur. Bunlar gelecek adına
ümit verici gelişmelerdir. Ama tarih içerisinde üretilen ayrıştırıcı dinî
söylem sebebiyle, belki de bunu aşmak çok zor olacaktır. Şüphesiz bütün dinî
çevrelerin barış ve birlikte yaşama ilkesine sahip olduğunu düşünürüz. İster
Budist, ister Hristiyan, ister Yahudi olsun netice itibarıyla temelde dinlerin
gayesi budur diye düşünürüz. İslam’ın da ana hedefi budur ve insana iki dünya
saadetini vadeder. Ama unutmayalım ki bütün fanatizmler de kökten dinci
yapılardan çıkıyor. Yani bugün en aşırı hareketler, bakıyorsunuz ya Yahudi
fanatizmine, ya Hristiyan fanatizmine dayanıyor veya Müslümanlık içerisindeki
fanatik unsurlardan veya Myanmar’da olduğu gibi Budist fanatiklerden çıkıyor.
Çünkü onlara göre kendileri kesin inançlı, hakikat kendi dinlerinde, buna
inanmayanlar zındıktır, yaşama hakları da yoktur. Zira yine onlar Tanrı’nın
özel ve seçkin kullarıdır. Kendilerine özel muamele edilmiştir. En özel mesaj
onların mesajıdır. Bu kişilerin kutsal metinlerden beslendiklerini de unutmamak
lazım.
İslam dünyasında da böyle tezahürler var. “Hakikat budur; buna
inanırsanız kurtulursunuz; inanmıyorsanız sizi yok edeceğim” diyen ve kendisi
gibi düşünmeyenlere şiddet uygulayan mihraklar var. Mesela IŞİD diye bir örgüt
çıkıyor. Nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Nasıl yayılıyor? Hayret edici bir
konudur. Burada tamamen bir sinema teknolojisinin veya tiyatral unsurların
kullanıldığını görüyorsunuz.
Bu mihraklar
Kur’an-ı Kerim’den de kendilerine referans alabiliyorlar?
Evet, Kur’an’ın içerisinden bazı ayetleri alıyorlar, tarihsel
şartlarından, o zamanki nüzul ortamından uzaklaştırarak ona bir anlam
yüklüyorlar. Böylece hâşâ o ayet, Allah’ın şimdiki duruma ilişkin doğrudan bir
direktifi oluyor. Hâlbuki o ayet, tarih içerisinde özel bir durum için
gelmiştir. Ve bize verdiği bir derin mesajı, ahlaki mesajı her zaman için
vardır ve o mesaj bütün zamanlara hitap eder. Ama şimdi tutar da mesela “Onları
(Kâfirleri) bulduğunuz yerde öldürün.” (Bakara, 2/191.) diyen ayet-i kerimeyi
oradan cımbızlayarak alırsanız, o zaman oradan İslam çıkmaz. Oradan trajedi
çıkar. Oradan İslam’ın ruhuna aykırı vahşet çıkar. Oradan boyunlarından
testereyle kesilmiş insanların acısı, dramı çıkar. Ama siz bu kutsalı elinize
alıp bu şekilde de yanlış yorumlayarak bu metinlerden en trajik sonuçları
çıkarabilirsiniz. Hadis külliyatından
“fiten ve’l-melahim” ile ilgili herhangi bir rivayeti alıp, bu rivayetleri
dillendirerek bugün olanlar önceden bildirilmiştir dersiniz. Hatta bunları
böyle mucizevi bir şekilde anlatarak, kitlelere; “zaten Peygamber efendimiz
bunları haber vermişti, bunlar olacaktı” noktasına getirirsiniz. Ve buradan
gerçeklikten kopmuş, tamamen gizemli bir dine insanları çevirirsiniz. Bu sefer
insanüstü kurtarıcılar beklemeye başlarsınız. Nitekim şimdi İslam dünyasında
son zamanlarda “Mehdi gelecek”, “Mesih gelecek”, “şöyle olacak” diye birtakım
çok dillendirilen Ezoterik konular var.
Sanırım
yaşadıkları problemlerle baş edemeyince bir kurtarıcı fikri oluşuyor?
Elbette, problemlerin üstesinden gelemeyince hep insanüstü bir kurtarıcı
beklenir. İnsanların zihinlerini bu noktaya getirirsiniz. Batı’da “Tanrı’yı
Kıyamete Zorlamak” adlı kitaplar yazılmıştır. Amerika’da Evanjelikler,
milenyumcular var. Bunlar 2000’li yıllarda kıyamet kopacağını söylemişlerdir.
Kıyametten önce de şunlar şunlar olacak, öyleyse onları olduralım, olduralım ki
tanrı kıyameti kopartsın, Hristiyan geleneğindeki Mesih gelsin. Şimdi İslam
dünyasında benzer söylemler ortaya çıkmaya başladı. Âdeta biz tarihteki
birtakım hadiseleri, tarihteki metinlerde yer alan birtakım unsurları bugün
gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Peygamber Efendimiz’in hadisleri alınarak, oradan
hareketle bir tarih kurgusu, bir senaryo yazılıyor. Âdeta Rasulüllah Efendimiz
sanki savaş senaryoları yazmış, gelecek belirlemesi yapmış, ondan sonra da
bunlar olacak demiş; onlar da olmuştur. Onlar olduysa yüce kurtarıcı da
gelecek. Nereden gelecek? Hani insanın sorumluluğu? Hani insanlığın elbirliği
ile el ele vererek sebep sonuç âlemi dediğimiz bu âlemdeki insanın sınavı? Yok,
ona girmiyor! Burada yanlış din tasavvuru, algısı söz konusu. Belki bir kısmı
iyi niyetli, samimi, masumane yaklaşımlar. Ama şunu bilelim ki, İslam tarihine
baktığımızda bütün buna benzer söylemlerin tamamı boş çıkmıştır. Biz, insan
olarak bize düşeni yapmakla sorumluyuz. Kur’an’ın ve Rasulüllah Efendimiz’in
bize öğrettiği budur.
Hz.
Peygamber’in hayatı gibi bir tecrübeye rağmen bütün bunlar oluyor hocam.
Rasulüllah Efendimiz’e atfedilen bir hadis-i şerifte ne buyuruluyor:
“Kıyamet’in koptuğunu bilseniz elinizdeki fidanı dikin.” Şimdi biz yaşatmak
için varız. Müslümanlığı yaşatmak için varız ve her türlü şiddet ortamında dahi
insana ve insanlığa yaşama alanı açabilmeliyiz. İslam inancı, bize bunu
sağlıyor. Biz her hâlükârda, her şartta hayata davet etmeliyiz.
Ayette “Kim,
bir insanı öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini
(hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Maide,
5/32.) ayetinde özellikle insan vurgusu var.
Tabii ki...
Ama buna rağmen
bakıyorsunuz ki diğer ayetlerden salt bir metin okumasıyla oradan bir referans
alanı oluşturulabiliyor.
Evet, oradan ayetleri istismar ederek, ayetlere aşırı yorum yükleyerek,
tefsir usulünün dışına çıkarak, ya da hadis-i şerifleri geleneksel şerh
metodunun dışına çıkarak çarpıtmak suretiyle, bugünkü düşüncelerimizi o
metinlere yansıtmak veya bugünkü olup bitenleri o metinlere yansıtmak
suretiyle, onlara dinî bir mahiyet vermiş oluyoruz. Bu ise tamamen dinî
metinlere şiddet uygulamaktır. Müslümanlıktan veya Müslümanlık bilgisinden bir
parça nasibi olanlar metinlere şiddet uygulamaktan özenle kaçınmalıdır.
Aslında burada
biz biraz da Batı’ya malzeme veriyoruz sanki. Bir de zaman zaman Batı
mahfillerinde veya entelektüel çevrelerde İslam’la ilgili bir söz açıldığında
onu genelde terörizmle birlikte değerlendiriyorlar. Veyahut cihat kavramını
ortaya atarak bunu kendi kültürel kodları içerisinde yorumlayıp haçlı
seferleriyle de ilintilendiriyorlar. Dolayısıyla “Cihat” denildiğinde bir kutsal
savaş canlanıyor Batı dünyasının zihninde. Kur’an-ı Kerim bize “Cihad”ı nasıl
tanımlıyor?
Şöyle ki, hukuki meşruiyet çerçevesi içerisinde toplumların karşılıklı
çatışmalara girdiğini ve tarihte bir savaş hukukunun ortaya çıktığını söyledim,
Batı zihni bunu her zaman yapıyor, daha doğrusu kendi sınırını aşan toplumlar
her zaman böyle kötü bir “öteki” icat ediyor. Batı toplumu İslam’dan önce de
bunu yaptı ve barbarları icat etti. Bunu birtakım tarihî olaylardan esinlenerek
icat etti. Şimdi Batı’nın istismar edeceği birtakım tikel örnekler yok mudur?
Ebette ki vardır. Bu insanın olduğu yerde kaçınılmaz bir şey. Ama tabii ki
bunlarla İslam dünyasının da mücadele etmesi gerekiyor. Mesela biz, dini
metinlerimizi zaman ve tarih üstü hâle getirerek veya gizemli şifreli bir dile,
cifire indirgersek, bu metinleri her zaman kaos ve şiddet üreten tarih dışı
afsunlu metinler hâline getirmiş oluruz.
Kur’an-ı Kerim’i ve Rasulüllah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini bir
cifir hesabı, ezoterik gizemli bir dilin malzemesi hâline getirdiğinizde en
büyük şiddeti, yok edici şiddeti ona uygulamış oluyorsunuz. Ayrıca o metinleri
kendi nüzul ortamlarından bağımsız kılarak bu günün şartlarına yüklediğinizde
bugün olup biteni ona yüklediğinizde de onu çökertici, onu tahrif edici bir
şiddeti kendisine uygulamış olursunuz. Bizim bu metinlere sağduyuyla kulak
vermemiz lazım. Bakınız bunlara kulak verdiğiniz zaman bunlar bizi her
hâlükârda, barışa, rahmete, esenliğe, kardeşliğe, adalete, hukuka davet eder.
Paylaşmaya, hatta kardeşini kendine tercih etmeye davet eder, bizi hep birlikte dünyayı imar etmeye davet
eder. Dünyada adaleti egemen kılarak, insanlığa doğru tanıklık yaparak, onlara
örneklik ederek, insanlığı güzel tecrübelerin ortaya çıkmasına davet eder.
Rasulüllah Efendimiz de asr-ı saadeti bu şekilde gerçekleştirmiştir. Kur’an’da
ve Hz. Peygamber’in sünnetinde hiçbir şiddete, yani ahlaki ve hukuki meşruiyeti
olmayan şiddete, alan bulamazsınız. Diğer semavi dinlerin mesajları da aynı
şekilde böyledir. Ama cihada gelince o; bizim kötüyle daima sürekli
mücadelemizin adıdır. İnsanlığın düşmanı, tabiatın düşmanı, bütün semavi
dinlerin mesajlarının özünün düşmanı, hukuk ve adaletin düşmanı olan kötüyle
sürekli Mücadele’nin adıdır Cihat. Cihat adı verilerek cinayet işlenemez, cihat
adı verilerek hak, hukuk, ırz, namus pay mâl edilemez. Cihat adı verilerek
insanların güvenlikleri ortadan kaldırılamaz. “İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur
niyyetim/Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.” Sözü, Sultan Fatih’in
sözüdür. Bizim dünyadaki varlık sebebimiz kötüyle sürekli mücadeledir. Rahman’a
kulak vermek ve şeytana karşı uyanık olmak, dinin çağrısıdır. Dinin amacı,
nefsimize karşı, şeytanlara karşı, ayartıcılara karşı, kötülüklere karşı
mücadele vermektir. Dolayısıyla insanların özgürlük alanını tıkayan, insanların
ilimle, eğitimle aralarına engel koyan, toplumun refahını, huzurunu engelleyen,
insanın ve toplumun maslahatını ortadan kaldıran kötülüklerle hep birlikte
mücadele etmektir. Cihadın anlamı budur. Yoksa cihat gidip te masum kadınları, kızları
çocukları öldürmek değildir. Müslümanlık
tarihi ortadadır. İslam’ın tarihinde cihadın da bir etiği, ahlakı vardır.
Cihadın etiği ve ahlakı, hukuk çerçevesinde kalmaktır. Hukuku çiğneyen hiçbir
fiil, İslam nazarında meşru değildir. Bu, savaş da olsa, çatışma da olsa,
şiddet de olsa ahdi ve hukuku çiğneyen yok eden iptal eden her türlü tasarruf
gayrimeşrudur. İslam’ın getirdiği temel ilke budur. Dolayısıyla hukuk ve
adalet, Müslümanlar için değişmeyen esastır. Adaleti aşan yegâne ilke ise
merhamet ve ihsandır. “Bir kavme olan düşmanlığını sizi adaletsizliğe sevk
etmesin.” buyuruyor Cenab-ı Hak. Dünya, adaletle ayakta duruyor. Adaleti veya
hukuku bir kere çiğneyeyim, maslahat bunu gerektiriyor dediğinizde mülk zail
olur. “Adalet mülkün temelidir” sözü de buradan çıkıyor. Siz hukuku
işletmezseniz, bana hukuk işlemiyor derseniz, nerede ve hangi düzeyde olursa
olsun orada mülk zail olur. Bunun için bir büyük filozof/düşünür olmaya, dahi
olmaya gerek yok. Bir yerde mülkün zail olmasının nedeni, orada adaletin zail
olmasıdır. Adaletin ve hukukun özel kitlesi olmaz. Adalet ve hukuk herkes için
özeldir, herkes için eşittir. Yani nasıl ki soluduğumuz oksijen, herkes için
eşit ise, güneş nasıl ki bütün insanlık için eşitse, adalet ve hukuk da
böyledir. Bugün insanlığın belki de en
büyük sorunu bu ilkeyi çiğniyor olmasıdır. Yani gelir dağılımındaki
adaletsizlik, kaynakların eşitsiz kullanımı, dünyanın zenginliklerinin istismar
edilmesi gibi hususlara baktığınızda, sanki yerküreyi bir adaletsizlik düzeni
kaplıyor, bütün bunlar da şiddeti besliyor. Şiddet de dönüyor bunları iyice
olumsuz hâle getiriyor. Dolayısıyla şiddet sorunu, bir insanlık sorunudur,
küresel bir sorundur. Yoksa bir din, bir mezhep, bir toplum, bir devlet ve bir
bölge sorunu değildir. Bunun çözümü de küresel ölçekteki aktörlerin dâhil
olduğu, bütün unsurların gerekli yeterli bilinci geliştirmesi ve elbirliği
yapmasıyla mümkün olabilecektir.
Hocam, son
olarak dergi okuyucularına söylemek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Bizim inancımızda ye’se yer yoktur. Biz umut ışığı olmak
mecburiyetindeyiz. Bütün bu yaşanan gerilimler daha güzel günlerin müjdecisi
olacaktır. İnsanlık tarihimize baktığımız zaman çok büyük sorunlar yaşandı.
Büyük hadiseler, travmalar yaşandı ama insanoğlu bunları hep aştı. İslam dünyası
türlü zorlukları aşarak bu günlere geldi. Bütün bu hadiselerin tamamı bizi
fikren, ruhen, ahlaken daha yeni, büyük misyonlara hazırlamak için
fırsatlardır. Bu fırsatları değerlendirip inşallah müjdeli aydınlık geleceğe
hep birlikte yürürüz diye ümit ediyorum. Bu vesileyle yeni yılın da hayırlara
vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.