Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak Anadolu’da Birlikte Yaşama Kültürü
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Anadolu Selçukluları
döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren irfani düşünce İbn Arabi,
Mevlana ve Yunus Emre ile İslam’ın cihanşümul mesajını evrensel imparatorluk
mefkûresi sayesinde bütün cihana ulaştırmıştır.
İNSANLIK tarihinde başka
din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en
güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. Asr-ı saadet döneminden itibaren Emevi ve
Abbasi hilafetinden günümüze kadar Şam, Kudüs, Kahire, Bağdat ve İstanbul gibi
farklı din mensuplarının birlikte yaşadığı şehirlerde başka dinlerin ve
kültürlerin tarihinde eşine rastlanmayacak bir hoşgörü ortamı oluşmuştur.
Anadolu, tarihî süreç
içerisinde birlikte yaşama tecrübesinden nasibini almış ve Müslümanların bu
tecrübeyi en yüksek seviyede yaşadığı bölgelerden birisi olmuştur. Bütün bu
dönem boyunca bu ülkelerde oluşan birlikte yaşama ortamının hazırlayıcı unsuru
İslam’ın kendisidir. İslam gerek temel kaynaklarında, gerekse asr-ı saadetteki
uygulamalarında bu anlayışın neşet ettiği ana kaynak olmuştur.
İslam’ın özünde var olan
birlikte yaşama tecrübesine irfan geleneğinin temsilcisi olan arifler, yaşantı
ve düşünceleriyle önemli katkılar sağlamışlardır. İslam’ın ruhani derinliğini
yorumlayan gönül sultanı arifler, İslami hoşgörüyü arifane bir tarzda ifade
etmişlerdir. Nitekim irfani klasik eserlerde nakledilen birtakım anekdotlar
irfan ehlinin bu anlayışlarını ortaya koyan örnekleridir.
İrfani geleneğin birlikte
yaşama sürecinde; durağan, statik ve uyuşuk bir yapı değil, toplumun tekâmülünü
öngören, başkalarıyla birlikte yaşamayı, onları kabullenmeyi esas alan, her
insanı potansiyel Müslüman gören ve Müslüman kardeşini kendisine tercih eden ve
karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir anlayış egemendir.
Aslında insanların başka
din mensupları ile bir arada yaşaması fıtri bir olgudur. İnsanlar her zaman
birlikte yaşayacakları kimseler konusunda seçim yapma şansına sahip
olmayabilirler. Çünkü doğmadan önce kimin nerede doğup kimlerle yaşayacağı
kimseye malum değildir; bu yüzden birlikte yaşama, karşılıklı hoşgörüyü zorunlu
kılmaktadır.
İslam’ın süratle
yayılmasında diğer din ve inanç mensuplarına gösterilen müsamahanın da önemli
bir etkisi vardır. Çünkü İslam’da, Hristiyanlık’ta olduğu gibi emperyalist
emeller taşıyan ve arkasında devlet desteği bulunan misyonerler yoktur. Onun
yerine insanlara İslam’ın mesajını taşıyan sivil nitelikli davetçiler vardır.
Bu davet hizmetini sadece bir gruba hasretmek mümkün değilse de özellikle
“leşker-i duâ” olarak anılan arifler, fiilen bu işi yapmışlardır. Arifler diğer
din mensuplarına ve farklı kültürlere hoşgörü ile yaklaşmışlardır. Özellikle
Anadolu Selçukluları döneminde en büyük fikrî temsilcilerini yetiştiren irfani
düşünce İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre ile İslam’ın cihanşümul mesajını
evrensel imparatorluk mefkûresi sayesinde bütün cihana ulaştırmıştır. Nitekim
Yunus Emre yetmiş iki millete bir gözle bakmayanı, şeriat ölçülerine göre
evliya olsa bile isyankâr sayar:
Yetmiş iki millete birlig
ile bakmayan
Şer‘ile evliyâsa
hakîkatte âsîdür (Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Dîvânı Tenkitli Metin, s. 43
(29/4.)
Gönül yıkan kimsenin
ibadetinin anlamsızlaşacağını ne güzel ifade eder:
Bir kez gönül yıktınsa bu
kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
elin yüzün yumaz değil (age. s. 163
(166/1.)
İslam, insanlara aşkla
yaklaşan bir ruhun temsilcisidir. Aşk sayesinde merhamet çekirdeğinden fışkıran
mesuliyet, insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve
ebedî bir hayata hazırlar. Yunus dört kitabın anlamının ancak aşkla
anlaşılacağına kaildir:
Dört kitâbın mânâsın
okudum tahsîl kıldım
Aşka gelicek gördüm bir
ulu hece imiş (age. s. 125 (124/9.)
Birlikte yaşamak tanış
olmayı, tanış olmak sevip sevilmeyi sağlar. Bunun neticesi ise huzurla
yaşamaktır.
Gelin tanış olalım / İşi
kolay kılalım
Sevelim sevilelim / Dünya
kimseye kalmaz (age. s. 125 (124/9.)
Metinleri nasıl okuyup
nasıl yorumladığımız çok önemli. Aynı metinlerden birileri medeniyet ihya
ederken birileri vahşet üretebilir. Niyeti gönüller yapmak olan, elbette inşa
ve imara memurdur:
Ben gelmedim dâvî için /
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
/ Gönüller yapmaya geldim (age. s. 176
(17 age. s. 125 (124/9).9/2.)
Yunus Emre kendi yolunun
ve dininin güzelliğini de şu ifadelerle anlatır:
Gayrıdır bu milletten bu
bizim milletimiz
Hiç dinde bulunmadı dîn ü
diyânetimiz
Bu dîn ü diyânette dünya
ve âhirette
Yetmiş iki millette
ayrıdır âyâtımız (age. s. 118 (116/1-2.)
İrfan ehlinin diğer din
mensuplarıyla; özellikle ehlikitap ile ilişkilerinde ortak hedefleri her insanı
potansiyel Müslüman olarak görmek ve Hakk’ın mahluku olarak sevmek ve hoş
görmektir. Kur’an’daki ehlikitabı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran hitab-ı
ilahî (Âl-i İmran, 3/64.) Müslümanların ve irfan ehlinin müşterek çıkış noktası
olmuştur.
Başka din mensuplarına
inanç, ibadet ve içtimai münasebetlerde hoşgörü göstermek kişilerin dinleri,
inançları ve kişilikleriyle ilgili özgüvenle yakından alakalıdır. Bu konuda
özgüven problemi taşımayanlar başkalarının varlığından rahatsız olmaz; hatta
onlara yaratıcının saygın bir varlığı olarak bakar.
İrfan geleneği İslami
değerleri birebir yansıtan ve asr-ı saadetteki diğer din mensuplarıyla birlikte
yaşama geleneğini en iyi biçimde sürdüren, halkı Hak için sevmeyi öğütleyen bir
disiplindir. Bu disiplinde Hakk’ın değişik tezahürleri söz konusudur. Her
vasıftaki insanı çağıran; onlara “gel” diyen gönül sultanları ancak onları
oldurmak, erdirmek ve Hakk’a vardırmak üzere davet ederler.
Beraber bulundukları
insanları yanlışlıklarını mazur görüp hatalarını tevil ederek hoş gören, buna
mukabil nefislerini suçlu görüp kınayan irfan ehli günümüzde bencilliğin,
egoizmin hâkim olduğu noktalarda diğerkâmlık ve hasbilik vasıflarıyla insanları
kuşatmaktadır. Kendisini toprak gibi gören, üzerine atılan pisliklere rağmen
kendisinden daima güzellikler biten bir gönül insanı, çağımızın çıkarcı insanını
kuvvetle etkileyecek çarpıcı bir güce sahiptir.
İrfani hayatı “güzel
ahlak ve edep” diye tarif eden arifler insanlara başkalarıyla geçimli olma,
kahır çekme, yük kaldırma gibi konularda kendilerine önemli görevler düştüğünü
ifade etmiş olmaktadırlar. Yunus’un:
Dövene elsiz gerek /
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek /
Sen derviş olamazsın (Krş. Mustafa Tatcı, Yunus Emre Dîvânı, s. 115 (111/2.)
Diye özetlediği güzel
ahlak ve geçim ehli olma konusu arifleri merkez insanlar hâline getirmektedir. Bu
yüzden tarihî süreçte İslam ve irfanla yoğrulan Anadolu coğrafyası barışın,
huzurun, esenliğin ve birlikte yaşamanın merkezi hâline gelmiştir.
Bugün tarihimizdekinin
aksine aleyhte propagandalarla insanların İslam’la ilgili birtakım ön kabulleri
oluşmuş bulunmaktadır. Bu ön kabuller, İslam’ın güler yüzü ile hiç
bağdaşmamaktadır. Bu yüzden tarihî süreçte gönül erenleri ve Alperenlerin
üstlendiği yöntem tekrar incelenmelidir.
Küreselleşmenin ve
birlikte yaşama tecrübelerinin tartışıldığı günümüzde farklılıkları zenginlik
kabul eden, her cins, dil ve ırktan zümreleri içinde barındıran irfani telakki,
insanlığın işine bugün her zamankinden daha çok yarayacak bir olgudur. Küresel
dünya vatandaşlığının tartışıldığı günümüzde, düşünce ve inanç gruplarının birbirleri
üzerinde baskı oluşturmadan birlikte yaşamaları irfani gelenekle daha kolay ve
daha kalıcı olacaktır.
‘EY İNSANLAR! Sizi bir
tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın
(meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…’ (Nisa, 4/1.)
Kimilerinin tanımladığı
gibi dünya artık bir köy hâline geldi. Çeşitli ırklara, dinlere ve kültürlere
mensup insanların birbirleri ile iletişim hâlinde bulunduğu ve hatta dünyanın
pek çok yerinde beraber yaşamak zorunda olduğu bir zamandayız. Zira iletişim ve
ulaşım araçları devletler, kültürler ve insanlar arasında örülmüş bulunan
birtakım duvarları ortadan kaldırdı. Kültürler arası iletişim hızlandı.
İnsanları birbirinden ayıran birçok engel yok oldu. Halklar, ülkeler ve hatta
kıtalar arsındaki engeller birer birer yıkıldı, yıkılmaya devam ediyor. Bu
sebeple farklı kültürler birbirleri ile daha çok ve daha sık karşılaşmaktadır.
Sömürgecilik, Batı’da
sanayileşmenin ortaya çıkardığı iş gücü ihtiyacı, eğitim, ticaret ve başka amaçlarla
yapılan seyahatler, savaşlar ve çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan zorunlu yer
değiştirme ve göç gibi etkenlerle dünyadaki pek çok şehir artık dilleri,
renkleri, ırkları, kültürleri farklı birçok insanı bir arada barındırmaktadır.
Bütün bunlar çeşitli ırklara, coğrafyalara, kültürlere, inançlara ve dillere
mensup insanların bir arada yaşamasını zorunlu hâle getirmiştir.
Bu tablo göz önüne
alındığında dinleri, dilleri, inançları ve kültürleri farklı insanların bir
arada huzur, barış ve güven içinde birlikte yaşayabilmesine ilişkin birtakım
hukuki ve ahlaki düzenlemelerin yapılmasını kaçınılmaz kılıyor.
Birlikte yaşama hususunda
ilk İslami tecrübe
Birlikte yaşamanın hukuki
ve ahlaki temellerinin bizzat Hz. Peygamber tarafından Medine-i Münevvere’de
atıldığını görmekteyiz. Bilindiği gibi Medine’ye hicretinden bir müddet sonra,
Hz. Peygamber’in önderliğinde Medine’de yaşayan bütün gruplar arasında bir
antlaşma metni imzalanmıştır. Medine şehir devletindeki Müslüman, Müşrik ve
Yahudi toplulukların birbiriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, bu toplulukların
temel hak ve görevlerini birtakım esaslara bağlayan Medine Sözleşmesi, farklı
din mensuplarının bir arada yaşamasına imkân vermesi ve bunu hukuki bir zemine
oturtması bakımından çok önemli ve tarihî bir vesikadır.
Bu belgede Yahudilerin
canları, malları ve dinî özgürlükleri güvence altına alınmış ve onların hak ve
sorumlulukları gösterilmiştir. Bu bakımdan bu vesika, hem farklı dinlere mensup
insanların bir arada yaşaması, hem de din ve vicdan hürriyeti açısından son
derece önemli siyasi ve hukuki bir belgedir.
Birlikte yaşamak için
sadece hukuki düzenlemeler yetmez. Çeşitli ırklara, coğrafyalara, kültürlere,
inançlara ve dillere mensup insanların bir arada huzur ve güven içinde
yaşayabilmesi için yalnızca hukuki ve kanuni birtakım düzenlemeler yeterli
değildir. Buna paralel olarak toplumda birlikte yaşama inancı, ahlakı ve
kültürünün de oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Çünkü birlikte huzur, barış ve
güven içinde yaşama, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemininde gerçekleşebilir.
Bu sebeple asıl önemli olan, birlikte yaşamanın toplumun bütün bireyleri
tarafından özümsenmesi ve âdeta bir yaşam biçimi hâline getirilmesidir. Zira
hukuk devletinin bulunmadığı, kanunların adil olmadığı ve adaletin bir hayat
tarzı olarak hayata geçirilemediği toplumlarda birlikte yaşamaya ilişkin kanuni
düzenlemeler kâğıt üzerinde kalır. Bunun en çarpıcı örneklerini, günümüz batı
toplumlarında kendini gösteren ve hızlı bir şekilde yükselen İslam korkusu/
islamofobinin ortaya çıkardığı tablolarda görmek mümkündür.
İslam’ın daha baştan
ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde Müslümanlar, Müslüman olmayan insanlarla
beraber yaşamanın ahlakını ve hukukunu oluşturmuşlardır. Bu husustaki birtakım
kavram, terim, ıstılah ve mefhumların ve bunlara bağlı olarak hukuki kuralların
oluşum tarihi İslam tarihi ile yaşıttır.
Müslüman topluma Müslüman
olmayan vatandaşlarını emanet eden bir temel yaklaşım Medine vesikasından
başlamak üzere Hz. Peygamberin Müslüman toplumda yaşayan gayrimüslimlere ve
ehlizimmete yönelik tebliğat ve talimatı doğrultusunda oluşan hukuki ve ahlaki
kurallar ve ilkeler, asırlar boyu gayrimüslimlerin İslam ülkesinde huzur, barış
ve güven içerisinde yaşamasına imkân vermiştir. Böylece İslam toplumları en
baştan beri bünyesinde gayrimüslimleri barındırmış ve onlara özgürlüklerini ve
haklarını vererek onlarla yan yana yaşamıştır. Onlara İslam inancını
dayatmamış, İslam’a girmeleri için baskı yapmamıştır. Haklarına saygı
göstermiştir. Böylece Müslüman toplumda
gayrimüslimlerin hakları ve vazifeleri belirlenmiş ve bu alanla ilgili zimmet
hükümlerine ilişkin hukuki ve ahlaki kurallar oluşmuştur.
Müslüman olmayanların
vatandaş olarak İslam ülkesinde yaşamasının kuralları “Ehlizimmet, ahd, eman ve
müste’men” gibi her biri onlara karşı Müslümanlara ağır sorumluluklar yükleyen
kavramların oluşturduğu ana başlıklar altında şekillendirilmiştir. Bu kavramlar,
Müslümanlara Müslüman olmayanları emanet eden anlam ve içeriklere sahiptir.
Esasen bu, birlikte yaşamanın sadece hukuki değil ahlaki temellerini de
oluşturmaya yöneliktir.
İnsanlığın İslam
medeniyetinin ortaya koyduğu birlikte yaşama tecrübesine ihtiyacı var.
Müslümanların Müslüman
olmayanlar ile birlikte yaşamaları hususunda İslam Medeniyetinin ortaya koyduğu
büyük tecrübe ve birikime tüm insanlığın ihtiyacı vardır. İslam’ın ortaya
koyduğu ilkelerde İslam’ı kabul etmeyenlerin yok edilmesi, ortadan kaldırılması
gibi bir yaklaşım asla yer almamıştır. Bu hususta ilk akla gelen ayet-i
kerimelerin mealleri şöyledir:
‘Eğer Rabbin dileseydi
yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi; böyle iken sen hepsi mümin olsunlar diye
insanları zorlayıp duracak mısın?’ (Yunus, 10/99.)
‘Dinde zorlama yoktur.’
(Bakara, 2/256.)
Bu ayet-i kerimeler ile
Kur’an ve sünnetin genel ilkeleri, topluma, toplumsal düzene zarar vermediği
sürece farklı dinden insanların İslam yurdunda kendi dinlerini özgürce
yaşamalarının güvence altında olduğunu göstermektedir.
Müslümanların Müslüman
olmayanlarla insani ilişkilerindeki temel yaklaşım ise mealini sunacağımız şu
ayetlerde yer almaktadır:
‘Allah sizi, din
konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere
iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adil
davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi
yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten
men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’
(Mümtehine, 60/8-9.)
İslam tarihinde bu
çerçevede oluşan hukuki ve ahlaki birikim büyük bir literatür oluşturmaktadır.
Bu husustaki tarihî, fıkhi ve ahlaki mirasa günümüz insanlığının çok ihtiyacı
bulunmaktadır. Bu mirası güncelleyerek insanlığın gözleri önüne sermek günümüz
Müslüman ilim adamlarının en önemli vazifelerindendir.
Batılılar gelip müdahale
edinceye kadar islam medeniyetinin Şam, Kudüs, Bağdat, Mısır, İstanbul,
Endülüs, Saraybosna, Güney Asya gibi önemli merkezlerinde hatta küçük yerleşim
birimlerinde bile Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar asırlar boyu, bunların
bazısında on dört asrı aşan bir süre yan yana barış, huzur ve güven içinde
yaşamışlar, birbirlerinin sevinçlerini, hüzünlerini, sıkıntılarını, zorluklarını
ve bolluklarını paylaşmışlardır.
Batılılar gelip müdahale
edinceye kadar bu hep böyleydi. Onlar gelip İslam dünyasında Müslümanlarla
birlikte asırlarca beraber yaşamış bulunan Hristiyanları, Ermenileri tahrik
ederek kendi çıkarları için kullanmaya başlayıncaya kadar yahut da Siyonist
anlayış gelip İslam dünyasında Filistin’de insanları tedhiş ile terör ile
yurtlarından edinceye kadar bu hep böyle devam etmiştir.
Ne zaman ki gelip
müdahalede bulundular, insanları zorla köleleştirmeye başladılar, ne zamanki
Müslümanlarla beraber yaşayan gayrimüslimleri çeşitli vaatlerle tuzağa
düşürerek kendi çıkarları için kullanmaya başladılar ve ne zaman ki gelip İslam
dünyasını işgal ettiler, işte bundan sonra huzur ve sükûn bozulmaya başladı.
Şu bir gerçek ki tarih
boyunca aynı geleceği paylaşan, aynı vatanda ortak olarak yaşayan insanlar
arasına ayrılık tohumlarını sömürgeci ve işgalci ülkeler ekmişlerdir. Böylece
tarihin şahit olduğu en mükemmel beraber yaşama örnekleri kirlenmeye ve
bulanmaya başlamıştır. Azınlıkları himaye bahanesiyle başlattıkları müdahaleler
azınlıkları da huzursuz etmiştir. Bu sömürgeci ve işgalcilerden herhangi biri,
ne zaman çıkıp sömürdükleri ve sömürmek istedikleri ülkenin güya yararına gibi
görünen bir şey söylemişse hep altından hain birtakım planlar çıkmıştır.
Hepiniz Âdem’densiniz,
Âdem de topraktan
‘Ey insanlar! Şüphe yok
ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na
karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir,
hakkıyla haberdar olandır.’ (Hucurat, 49/13.)
İslam’a göre bütün
insanlar ayet-i kerimede ifade edilen bu büyük ailenin çocuklarıdır. İstisnasız
olarak ve hiçbir ayrım yapmadan her insan, yaratılışı itibarıyla saygındır,
Kur’an-ı Kerim nazarında dinine, inancına, rengine, ırkına bakmaksızın insanın
şerefli bir varlık olarak yaratıldığı açıklanmıştır. İnsan, Yüce Allah’ın
değerli kıldığı varlıktır, mükerremdir. Bu hususu ifade eden ayet-i kerimenin
meali şöyledir: ‘Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve
denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve
onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.’ (İsra, 17/70.)
Allah Rasulünün Veda
Hutbesi’nde yer alan şu cümleler ise, birlikte yaşama hukukuna ve birlikte
yaşama ahlakına en çok zarar veren ırkçılık ve türevleri mahiyetindeki her
türlü hastalıktan toplumları koruyacak biricik kıymet ölçüsüdür: ‘Rabbiniz
birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında
üstünlük, ancak takvâ iledir.’
Birlikte yaşama hukukunun
temel esasını ortaya koyan yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi teyit
eden ve açıklayan bu kutlu sözler, kıyamete kadar bu hususta insanlığın yolunu
aydınlatacak temel ölçüyü ifade etmektedir.
İslam’da, ötekini yok
etme başlığını taşıyan bir anlayışın hiçbir zaman yeri olmamıştır. Çünkü bu
öteki -her ne kadar din hususunda ve itikatta Müslümanlara karşı da olsa- bir
insandır ve insan haklarına sahiptir. Kendi inancını koruyarak Müslümanlarla
yan yana yaşamak istediği takdirde bu hususta kendisine imkân verilir ve baskı
yapılmaz.
Farklılıklar Allah’ın
ayetleridir
İnsanların renklerinin, dillerinin,
ırklarının farklılığı Yüce Allah’ın sınırsız güç ve kudretini gösteren
ayetlerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Göklerin ve yerin yaratılması,
dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin)
delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.’ (Rum,
30/22.)
Bu farklılıkları var
eden, hiç bunların düşmanlık veya nefret nedeni yapılmasına rıza gösterir mi?
Tam tersine ilahî irade bunların tanışmaya, hayırlı işlerde buluşmaya,
yardımlaşmaya, işbirliğine ve insanlık namına ortak yararların ve maslahatların
gerçekleştirilmesine vesile olmasını istemektedir.