Hz. Peygamber (s.a.s.), Birlikte Yaşama Ahlakı ve Hukuku
- Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı
MODERN zamanlarda âdeta küresel bir köye dönüşen dünyamızda bilim ve
teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Ulaşım hizmetlerinde büyük
kolaylıklar sağlandı. Kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaştı. İş,
ticaret, eğitim ve benzeri amaçlarla gerçekleştirilen seyahatler gittikçe
çoğaldı. Dünya nüfusu 8 milyarı aştı. Köyden kente göçün durmaksızın devam
etmesi neticesinde yerküremizde milyonların yaşadığı metropoller, megapoller
oluştu.
Bu arada modern dünya, tarihî tecrübeleri fazla dikkate almadan
kendi değerler dünyasını inşa etti. Bu değerler dünyası içinde kendi hayat
tarzını, kurumlarını, insan ilişkilerini, dilini üretti. Geçmişe dair ne varsa,
bugüne dair ne elde ettiyse hepsini bu yeni zihniyete arz etti. Ancak hayata
bakışı hikmet ve merhamet değil, güç ve menfaat eksenliydi. Bu yüzden
pozitivizm ve hümanizmin görece dünyası içinde sürekli bir çatışma kültürü
meydana geldi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, soğuk savaş dönemleri,
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da yaşanan trajediler, insanlığın son asırlarda
yaşadığı büyük acılardır. Bilhassa son yıllarda Arakan’da, Filistin’de,
Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de yaşanmakta olan şiddet ve çatışma ortamı
insanlığın vicdanını sızlatmaya devam etmektedir. Tüm bu savaş, çatışma, işgal
ve soykırımlar nedeniyle zorunlu yer değiştirmeler ve göçler yaşandı ve hâlen
de yaşanmaya devam ediyor.
Dünyanın sınır kavramını unuttuğu ve alabildiğince çalkalanıp alt
üst olduğu günümüzde, farklı din, dil, ırk, renk, ülke, kültür, inanç, mezhep
ve meşrebe sahip insanlar, tarihte hiç görülmemiş bir yoğunlukta bir arada
yaşamaya başladı. Küresel ölçekte bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasi, dinî
ve kültürel etkileşimler yaşandı. Bu durum pek çok problemin yanında “öteki”
problemini, yani ötekini tanıma, kabullenme ve onunla bir arada yaşama
problemini beraberinde getirdi. Artık aynı toprağı, suyu, havayı paylaşan
insanlar arasında saygıya dayalı sağlıklı bir iletişim örüntüsü kurmak; kendi
yaşamı adına diğerinin yaşama hakkını elinden almayan, hukuka ve ahlaka riayet
ederek birlikte yaşamayı başarabilen toplumlar inşa etmek gerekiyordu.
Her ne kadar insanlık birlikte yaşama konusunda ciddi bir birikime
sahip olsa da, sürekli demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden,
çoğulculuktan ve çok kültürlülükten söz edilse de, dünyamızda medeniyetler,
dinler ve kültürler arasında çatışma senaryoları, yabancı düşmanlığı, ırkçılık,
ayrımcılık, ötekileştirme, asimilasyon ve izolasyon politikaları bir türlü sona
erdirilemedi. Savaşlar, işgaller, şiddet ve terör eylemleri, çatışmalar, istibdatlar,
soykırımlar, sömürgecilik ve zulüm durmaksızın devam etti.
Her ne kadar farklılıklardan kaynaklanması muhtemel çatışmaların
önlenmesi adına uluslararası sözleşmeler imzalanmış, uluslararası kurum ve
kuruluşlar ihdas edilmişse de bütün bu girişimler, dünyamızdaki farklılıkların
tamamını kuşatmadığı ve de dinî, ahlaki ve kültürel alt yapı ile
desteklenmediği için barış, huzur ve kardeşlik yolunda istenen neticeler bir
türlü alınamadı.
Dolayısıyla bugün birlikte yaşama konusunda genelde insanlığın özelde
ise Müslüman toplumların karşılaştıkları sorunların çözümü için seferber
olunmasına; dinlerin, özellikle de son hak din olan İslam’ın bakış açısının
ortaya konmasına; tarih boyunca Müslümanların bu konuda geliştirdikleri hukukun
bilinmesine, tarihî tecrübenin günümüze yansıtılmasına ve birlikte yaşama
ahlakı konusunda bir bilinç oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Hiç şüphesiz İslam, farklılıkların bir arada barış ve huzur içinde
yaşamalarına dair ahlak ve hukuk ilkelerini belirlemiş yegâne dindir. İslam’ın
“öteki” anlayışı, farklılıkların bir kimlik olarak muhafaza edilip
yaşatılmasını öngörür. Kur’an-ı Kerim, farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak
değerlendirir (Rûm, 30/20.) ve insanların kavimlere, kabilelere, ırklara
ayrılmasının hikmetini “teâruf” kavramıyla izah eder. (Hucurat, 49/13.) Buna
göre yeryüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı farklı oluşu,
ötekini tanıma, bilme ve kabullenme anlamına gelen teârufu gerektirir. İnsan,
farklılıkların ilahi kudretin, hikmetin ve sınavın birer parçası olduğunu
(Maide, 5/48.) idrak etmeli, erdemli ve faziletli bir duruşla bir arada yaşama
hedefine ulaşabilmelidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanından günümüze İslam toplumları,
Müslüman olmayan toplumlarla ilişkilerinde her zaman belli ölçüleri
gözetmiştir. Bu ölçüleri belirleyen bizzat Kur’an ve Hz. Peygamberin (s.a.s.)
sünnetidir. Kerim kitabımızda dini kabul noktasında insanlara baskı yapılmasını
yasaklayan ayetler bulunması (Bakara, 2/256; Yunus, 10/99; Kehf, 18/29.), başka
din ve inanç mensuplarına anlayış gösterilmesini gerekli kılmaktadır. Allah
Rasulü (s.a.s.) döneminde Hristiyanlarla ilk ilişkiler, Müslümanların
Habeşistan’a hicretiyle; Yahudilerle ilk ilişkiler ise bizzat Hz. Peygamberin
(s.a.s.) Medine’ye hicretiyle başlamıştır. Medine İslam toplumunda üç ilahî
dinin mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış,
birlikte yaşama hukuku geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile yazılı
hâle getirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hulefa-yı Raşidin
döneminde Müslüman olmayanlar, azınlık statüsünde değerlendirilmeyip asli unsur
olarak kabul edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din ve vicdan hürriyeti
tanındığı açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre dinî eğitim, öğretim, ayin
ve ibadetler ile mabetler, inanç hürriyetinin gereği olarak hukukun güvencesi
altına alınmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabının temellerini attıkları birlikte
yaşama hukuku tek taraflı bir süreçte gelişmemiş, diğer din mensuplarının da bu
anlayışa katkıları olmuş, bu sayede başta Anadolu olmak üzere Endülüs’ten
Hindistan’a, Afrika’dan Asya’ya İslam coğrafyasının dört bir köşesinde örnek
toplum modelleri ortaya konulmuştur. Farklı millet, kültür ve dinlerin kavşak
noktaları olarak nitelendirebileceğimiz Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, İskenderiye,
Kurtuba, Üsküp, Saray Bosna, Antakya, Edirne, Bursa, Mardin, İstanbul gibi
İslam şehirleri, hoşgörünün, anlayışın, saygının hüküm sürdüğü huzur ve barış
merkezleri olmuşlardır.
Üzülerek belirtelim ki, birlikte yaşama kültürüne dair teorik ve
pratik birikimimize rağmen bugün hâlâ farklılıkları kabullenme meselesi, en
büyük toplumsal problemlerimizden birisidir. Hâkim gücün farklılıkları aza
indirme, hatta tamamen kaldırmaya yönelik gizli ya da açık baskısı küresel bir
mesele olarak karşımızdadır. Batı toplumlarında var olan “farklılıklarla
birlikte yaşama zafiyeti” Müslümanlara karşı islamofobi kaynaklı nefret
söylemleri, ayrımcılık politikaları ve camilere yönelik saldırı girişimleri ile
gün yüzüne çıkarken, İslam toplumlarında da mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık,
ideolojik ayrımcılık sebebiyle iç çatışmalar yaşanmakta, masum canlar
katledilmekte, şehirlerin tarihî ve kültürel dokusu yok edilmektedir.
Her türlü olumsuzluğa, saldırıya, oyuna, strateji ve plana rağmen
Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim’in ve son peygamberin (s.a.s.) çağlar üstü
örnekliğini esas almakla mükellef olduğumuzu burada bir defa daha hatırlamakta
fayda mülahaza ediyorum. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer
taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine
sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiğinde şiddet sarmalından kurtulacaktır.
İslam’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine, tarihte bu ilkelerin üzerinde
yükselen model toplumlara, onların farklılıkları çatışma ve yıkım sebebi değil,
gelişme ve zenginleme fırsatı olarak nasıl değerlendirdiğine odaklandığımız
zaman, coğrafyamız yeniden selam ve eman yurdu hâline gelecektir. Ülkemize,
gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet
ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlâkını yeniden
yaşanır kılmaktan geçmektedir.