Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ:
“Kişi iyilik yaptığı zaman bu iyilik aslında kendisine dönüyor. Bütün yapılan iyilikler; tebessüm ve merhamet önce bizim şahsımıza değer katıyor.”
Söyleşi: Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
İyilik yapmak, kalıcı bir iz bırakmak demektir. Yeryüzünde insanın
kalıcı iz bırakmasını sağlayan iki önemli ahlaki değer ve erdem vardır:
Bunlardan biri cömertlik, diğeri ise tevazudur. İkisinde de iyilik vardır.
Çağımızın en yaygın hastalıklarından birisi psikiyatristik
hastalıklardır. Çağdaş insanlar bir türlü tatmin olmuyor; doyum eşikleri çok
yüksek. Her şeyin en iyisini kullanan, en iyisini yiyen, en iyi yerlerde safa
süren, en iyi arabaya binen kişi için artık tatmin aracı kalmıyor ki.
İyilik dediğimizde sadece infakı ve maddi paylaşımı değil, gönülleri
mesrur kılmaya yönelik her türlü davranışımızın iyilik olduğunu unutmamak
gerekiyor. Ve daha önemlisi iyiliğin karşımızdakinden çok bizi inşa eden
özelliğini görmek gerekiyor.
Muhterem hocam! Başkanlığımız son yıllarda kutlu doğum haftalarının
yanında ramazan ayında da bir tema belirleyerek bu konuda toplumda bir
farkındalık oluşturmaya gayret ediyor. Bu yılki ramazan teması “Vakit iyilik
vaktidir, bu ramazan ve her zaman.” Öncelikle niçin böyle bir konunun ele
alınmasına ihtiyaç duyuldu?
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak gerek kutlu doğum haftalarında,
gerek ramazan aylarında, gerekse Camiler Haftasında daha çok sosyal problemleri
içeren konu ve başlıkları öne çıkararak bu konuda toplumda bir duyarlılık
oluşturmaya gayret ediyoruz. Çağımızda insanlar gerçekten çok hızlı bir hayat
yaşıyorlar. Yaşanan bu hızlı hayat içerisinde insanın durup düşünmeye, bakmaya,
anlamaya vakti olmuyor. Bu hızlı yaşayış bizim pek çok şeyi, çoğu zaman
algılamadan görüp geçmemize, değerlerimizi unutmamamıza neden oluyor. Oysaki
biraz yavaşlamaya ve hız kesmeye ihtiyacımız var. Yani seyretmeye, bakmaya
değil, görmeye, algılamaya, anlamaya ihtiyacımız var. Aslında görüp
algıladığımız ve hissettiğimiz zaman gerçek manada sorumluluğumuzun farkına
varıyoruz. Bugün seyredip göremediğimiz, ya da görüp fark edemediğimiz o kadar
çok şey var ki. Bazen iyilik yapmaya, insanların farkında olmaya imkânımız
olmuyor. O yüzden ramazan ayında iyilik konusunda bir farkındalık oluşturmak
amacıyla bu konuyu ele almayı uygun gördük.
İnsanların dünyada ve ahirette ulaşmak istediği şey iyiliktir. Bu
yüzden namazların sonunda: “Rabbena âtina fi’d-dünya haseneten ve fi’l-ahireti
hasene…” diyoruz. Yani: “Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver.”
İnsanları fıtrat olarak iyiliğe yönlendirmek -ki mayalarında elbette iyilik
yapmak var- hele hele zulmün, haksızlığın yaygın olduğu, neredeyse insanların
birbirinin boğazına sarıldığı günümüzde iyilik yapmanın insanlara mutluluk
verme adına önemli bir etkisi var. Çünkü psikologlar asıl mutluluğun,
başkalarının mutluluğuna katkı sağlamak olduğunu söylüyorlar. Başkasının
mutluluğuna katkı sağlamanın en temel yollarından biri de onlara iyilik
yapmaktır. Bu iyilik illa maddi olarak bir şey vermek anlamına gelmiyor. Yerine
göre bir tebessüm de iyiliktir. Selam vermek, hâl hatır sormak, insanların
gözlerinin içine bakarak duygu transferinde bulunmak da bir iyiliktir.
Dolayısıyla insanların öncelikle kendilerine iyilik yapmaya ihtiyaçları var.
İyiliğin kapsamı geniş olmasına rağmen zaman içerisinde bir anlam
daralmasına uğramış, neredeyse sadece maddi yardıma indirgenmiş. Bizim
inancımız açısından iyilik hangi anlamları kapsar?
Türkçede kullandığımız “iyilik” kavramının karşılığı dinî
literatürümüzde pek çok kelime vardır. Birr, hayır, hasene, ihsan, hüsn, infak,
sadaka, salah, takva ve maruf vb. bunlardan sadece bir kısmıdır. Dolayısıyla
bunu tek kelimeye indirgemek bizim kavram zenginliğimiz açısından uygun
değildir. Bu kavramlar arasında nüanslar var. İyilik, hem davranış olarak hem
hareket tarzı olarak hem de bizzat yapılan işler olarak düşünüldüğünde çok
kapsamlı bir kelimedir. Mesela, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda
harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmran, 3/92.) ayetinde de ifade
edildiği gibi infak da bir iyilik vesilesidir. İnfakta bulunan insan şahsına,
ailesine ve etrafındaki insanlara iyilik yapıyor. Diğer taraftan haz ve
lezzetin, elem ve kederin, tebessüm ve hüznün paylaşılması da bir iyiliktir,
hatta yolun üzerinde insanlara engel olan bir dikeni, taşı kaldırmak da iyiliktir.
Ayrıca insanın kendine, Rabbine, kullara ve eşyaya yapacağı iyilikler var. Suya
iyi davran, göğe iyi davran, yere iyi davran diyor İbn Arabi. Demek ki iyi
davranmakla ilgili bizim şuur altımızda bizi kontrol eden mekanizmalar olması
gerekiyor.
İyilik yapmak, kalıcı bir iz bırakmak demektir. Yeryüzünde insanın
kalıcı iz bırakmasını sağlayan iki önemli ahlaki değer ve erdem vardır:
Bunlardan biri cömertlik, diğeri ise tevazudur. İkisinde de iyilik vardır.
Tevazuda kendi enaniyetinizi, nefsaniyetinizi kırıyorsunuz. İnsanın bir
derdiyle ilgilenmek üzere yanına yaklaşıyorsunuz. Tevazuda ben şuyum, sıfatım
bu, konumum bu, statüm bu diye geri çekmiyorsunuz kendinizi. İyilik arzu ve
niyetiyle tevazu gösteriyorsunuz. Öbürü ise cömertliktir. Cömertlik serapa zaten
iyiliktir. Onda da malınızı, zamanınızı, imkânınızı, sahip olduğunuz değerleri
paylaşmak ve sunmak var.
İnsanoğlu fıtri olarak hem iyilik hem kötülük yapmaya meyillidir.
İnsanın kötülük değil de iyilik yapmayı seçmesi için nasıl bir eğitim sürecine
ihtiyaç vardır, iyi alışkanlıklar edinmek eğitimle mümkün müdür?
Kesinlikle mümkündür. Mademki insanın fıtratında hem hayır hem şer,
hem iyilik hem kötülük birlikte mevcuttur. Oraya yerleştirilmiş duygular, ancak
iyi ortamlarda geliştirilir. Efendimiz (a.s.)’in “Teşe’üm ve tefe’ül” ile
ilgili yorumu benim çok dikkatimi çekiyor. İslam’da “teşe’üm” yoktur ama
“tefe’ül” vardır (Buhari, Tıb, 44, 54.) diyor. Bu bize insanların iyiliğe nasıl
kanalize edilebileceğini gösteriyor. Şimdi tefe’ülün varlığına inanan bir insan,
her zor şartta kendine iyiyi, doğruyu ve güzeli telkin etmektedir. Tabii ki
kafasındaki düşünceler o istikamette şekillenmektedir. Ama teşe’üme inanan
kendini hep uğursuzluğa, kötülüğe doğru kurgulayacaktır. Dolayısıyla iyilik
veya kötülük olgusu da böyledir. Yani bir insana siz sürekli iyi olduğunu,
iyilik yapması gerektiğini, iyilik yaptığında kazanacaklarını anlatır, konuşur
ve gösterirseniz, o iyiliğe doğru kendisini kurgulamaya, öyle düşünmeye, o
istikamette kararlar vermeye, o tarafa meyletmeye başlar. Onun için iyilik
duygusunun, çocukluk çağlarından itibaren verilmesinin, hatta bazı iyilik
işlemlerinin çocuklara yaptırılmasının yararlı olduğunu düşünüyorum. Mesela,
ramazanda bir sadaka veya zekât mı verilecek, 6-7 yaşındaki bir çocuğumuza onu
verip, “oğlum sen bunu falan amcaya veya teyzeye götürüver” demenin, çocuğun o
davranışı öğrenmesi açısından büyük önemi vardır. Yanlış yaptığında da o
çocuğa; “bak yavrum yanlış yaptın, sen şimdi bir iyilik yap özür dile” demenin
çocuğun olumlu davranışlar kazanması adına büyük getirisi vardır. Dolayısıyla
iyiyi düşünmek, iyiyi konuşmak, iyiyi telkin etmek çocuklarımızın zaman
içerisinde iyiliğe motive olmalarını sağlayacaktır. Çünkü insanın gönül
dünyasında iyilik ve kötülük duyguları birbirine eşit olarak hep var ola
gelmiştir. Hangisi uyarılırsa o gelişecektir. Nasıl merhamet eğitimle kazanılan
bir duyguysa, iyilik duygusunun da aynı olduğunu düşünüyorum.
Aslında iyilik yapan öncelikle kendisine iyilik yapmış oluyor.
Elbette, kişi iyilik yaptığı zaman bu iyilik aslında kendisine
dönüyor. Bütün yapılan iyilikler; tebessüm ve merhamet önce bizim şahsımıza
değer katıyor. Kötülük yaptığınız zaman siz küçülüyorsunuz, ayağa düşüyorsunuz.
Çocukluğundan itibaren iyilik yapmış olan kişi bunun kendisine pozitif şeyler kazandırdığını
gördükçe iyilik yapma tarafına meyleder. Gelin görün ki çağımızda insanların
bireyselciliği öne çıkaran algısı; “bana ben lazımım”, “beni ben
ilgilendiririm”, “altta kalanın canı çıksın”, “beni benden başkası
ilgilendirmez” felsefesi beraberinde başkasını görmemeyi getirdi. Bu nedenle
iyiliği öğretecek ortamlara çok ihtiyaç var. Öncelikle bunu aileden başlatmak
gerekir. Çocuk aile içinde iyilik yapmayı; affetmeyi, paylaşmayı, özür
dilemeyi, merhamette bulunmayı öğrenmelidir.
Malumunuz “Her iyilik sadakadır.” hadis-i şerifi de bizi iyiliğe
teşvik ediyor. Ancak insan iyilik yapmak istediğinde zaman zaman engellerle
karşılaşabiliyor. İnsanı iyilik yapmaktan alıkoyan sebepler nelerdir?
İnsan bir defa hodkâm varlık. Bu onun fıtratında var. İnsan önce
kendini düşünüyor. Dolasıyla iyilik yaptığı zaman kendisinin eksildiğini
düşünüyor. Bu düşünce de iyiliği engelliyor. Bunun yanında insanda kıskançlık
duygusu da var. Bunları aşmak için iyiliğin hazzına varmak gerekir. İyilik
yaparak insanların mutluluğunu görebilecek ve tadına varacak ortamlar olması
gerekir. Mesela ramazan ikliminde insanları iftara davet edip iftar sevinciyle
yemek yediklerini görünce ikram eden kişinin “elhamdülillah” misafirlerime
iftar açtırdım diyebilme hazzına ermesi ne güzel bir şey. Bu yüzden küçük
yaşlardan itibaren pozitif enerjinin ne anlama geldiğini çocuklarımıza ve
ailemize anlatmamız ve yaşatmamız gerekir. Geciktiğimizde insanın duyguları
kaşarlanıyor, merhamet duyguları duyarsızlaşıyor. Bu nedenle merhamet
duygularını diri ve canlı tutacak ortamlar bulmak gerekiyor.
Çağımızın en yaygın hastalıklarından birisi psikiyatristik
hastalıklardır. Bazı psikiyatristler hayır terapileri yapıyor. Çünkü çağdaş
insanlar bir türlü tatmin olmuyor; doyum eşikleri çok yüksek. Her şeyin en
iyisini kullanan, en iyisini yiyen, en iyi yerlerde safa süren, en iyi arabaya
binen kişi için artık tatmin aracı kalmıyor ki. Böyle bir kişiyi sizin dünyevi
lezzetlerle doyurup haz alır hâle getirmeniz mümkün değil. İşte ona manevi bir
lezzet tattırmak gerekiyor. Cenab-ı Hakk’ın yarattığı varlıkların sıkıntılarını
ona gösterip hissettirmek gerekir. Mesela onu 11 çocuğu ile üstü akan bir
kulübede oturan, kâh sobası yanan, kâh yanmayan insanların yaşadığı yerlere
götürmek lazım. Sen en lüks dairedesin, kaloriferin yanıyor, sıcak suyun her an
hazır ama hâlâ şikâyetçisin. Bak bunların sesi çıkmıyor, mutlular. Bunu gör,
hâlinden şikâyet edeceksen onları gör ondan sonra şikâyet et, demek lazım. Hz.
Peygamberin “dünya işlerinde kendinden altta olanlara bakın, ahiret işlerinde
yukardakilere bakın” demesinin sebebi bu. Bir adama defalarca açlığın ne
olduğunu anlatsanız yaşamayınca bunu bilmez. Ama ramazanda aç kalıp dilinin
damağının kuruduğu ve açlıktan eli titremeye başladığı zaman anlar ve yaşar
bunu. Rûhu’l- beyan müellifi İsmail Hakkı Bursevi: “Karun’la Firavun eğer aç
olsalardı bu kadar azmazlardı, tok oldukları için azdılar.” diyor. Bu nedenle
ramazan ayında manevi hayatımızda bir farkındalık oluşmaya başlıyor,
acziyetinizi anlıyorsunuz, acziyeti olan insanların farkına varıyorsunuz.
Dolayısıyla bu hayır terapisi dedikleri şey çok önemli.
Hocam, ‘iyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir’, yine ‘sağ
elin verdiğini, sol el bilmeyecek’ şeklinde sözler, hep bizi karşılık
beklemeden iyilik yapmaya teşvik eden sözler. Buradan yola çıkarak aslında
bizim medeniyetimizin hep bir iyilik medeniyeti şeklinde ifade edebileriz. Bu
bağlamda bize iyilik yapma usullerinden bahseder misiniz?
İnsanların en büyük zaaflarından birisi yapılan iyilikleri, hayır
hasenatı başa kakmak, incitmek, rencide etmek. Bunlar insanın zaaflarıdır.
Allah Teala bunu bildiği için bizim yaptığımız iyilikleri başa kakmak suretiyle
boşa çıkarmamayı emrediyor. Aslında iyilik yapan insan, bizim irfani
kültürümüzde iyilik yaptığına minnettar olmalıdır. İyilik yapılan değil. İyi ki
sen varsın, sen olmasan ben kime iyilik yapacak ve bu hazzı nasıl yaşayacaktım,
ben bu zekât borcundan nasıl kurtulacaktım? Çünkü Allah Teala Kur’an-ı
Kerim’de, zenginlerin malında fukaranın hakkı olduğunu söylüyor. (Zariyat,
51/19.) Allah seni karşıma çıkardı, ben sana bunu verdim, sen de kabul ettin,
dolayısıyla beni yükten kurtardın. Bizde böyle bir algı var, o yüzden de
verirken asla incitmemek gerekir. Bundan dolayı bizde vermenin bile bir edebi
oluşmuştur.
Hadis-i şerifte, “elyedü’l-ulya hayrun min yedi’s-süfla” buyurulur,
yani yukarıdaki el aşağıdaki elden hayırlıdır. Aşağıdaki el, alan eldir,
yukarıdaki el, veren eldir. Şimdi bizim kültürümüzde yukarıdaki el olma hazzına
ersin diye birine bir şey ikram ederken alttan tutularak verilir. Size de
öğretmişlerdir mesela suyu verirken bardağın altından tutarsınız, suyu içen
üstten alır. Ecdadımız belirli yerlere sadaka taşları koymuşlar. İyiliği
kurumsallaştırmışız. Kimse birinden istemek zorunda kalmasın, çünkü istemek zor
bir şeydir. İsteyen insan iki mevhum akıbetle karşı karşıyadır, ya istediğiniz
kabul edilecek minnettar kalacaksınız; ya da reddedilecek, refüze olacaksınız,
ikisi de güzel değildir. Almak da kolay bir şey değil. Dolayısıyla verirken çok
dikkatli olmak, incitmemek lazım. Bizim vakıf medeniyetimizde sadaka taşları bu
idrakten doğmuştur. Ama o kadar güzel bir medeniyet ki varlık sahibi zekâtını,
sadakasını oraya koyuyor. İhtiyaç sahibi de bulduğunun tamamını değil, ihtiyacı
kadarını alıyor.
Hocam modern dönemlere gelindiği zaman neden bozulduk?
Modern hayat bizi bozdu. Anlayışlarımız değişti. Eskiden fark etmek,
vermek, dayanışmak meziyetti. Şimdi almak. Deyimlerimiz bile değişti. Eskiden
mesela; yapıvermek, edivermek, duruvermek şeklinde “vermek” yardımcı fiilini
kullanırdık. Şimdi Batı’dan tercüme ettiğimiz “take” karşılığı almak kelimesini
kullanıyoruz. Mesela bir çay alır mısınız, diye. Oysaki çay alınmaz içilir. Bir
duş alır mısınız diyoruz. Duş alınmaz, yapılır. Artık daha çok almaya yönelik
mesajlarla karşılaşıyoruz.
Herkes kendi hayatını yaşamak gibi bir algı oluşturunca bu noktalara
geldik maalesef. Kur’an bize iyiliğin de kötülüğün de karşılığının iyilik
olduğunu söylüyor. Ancak günümüzde bu prensibin çok da bilinmediğini ya da
uygulanmadığını görüyoruz.
Günümüz insanını kötülüğe iyilikle mukabele etmekten alıkoyan
nedenler nelerdir?
İyilikle kötülük bir değil diyor Kur’an-ı Kerim ve kötülüğü iyilikle
savuştur ki senin azılı düşmanın olan kimse dostun olsun diyor. “İyilikle
kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki,
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
(Fussılet, 41/34.) Yani iyiliğe karşı iyilik normal bir şey. Asıl mürüvvet,
kötülüğe iyilikle mukabele etmek. Kur’an ona da işaret ediyor. Kötülüğe
iyilikle mukabele ettiğin zaman insanlar da şaşırıyor: “Ben buna kötülük yaptım
oysa o bana iyilik ediyor. Allah Allah, ne farklı!” diyor. Ben o örneği hep
veriyorum, birisi sizin ayağınıza bastığı zaman siz ona “kör müsün be adam” deme
şansına sahipsiniz. Çünkü adam ayağınıza bastı ve canınızı yaktı. Ama siz
“affedersiniz ayağınızın altına bastım herhâlde” deyip özür dilerseniz, bu
durumda o kişi “estağfurullah ben sizin ayağınıza bastım” demek nezaketini
gösterecektir.
Burada ayağınıza basan insana bir şey de öğretiyoruz değil mi hocam?
Evet, edep öğretiyoruz. Edep güzel ve çok önemli bir şey. Biz biraz
algı ve idrak olarak hep kötülüğe kurgulandık. Vermek yerine almayı düşünür
olduk. Yani çok fazla bireyselci ve çok fazla egoist olduk. Avarif sahibinin de
söylediği gibi “insanın mayası toprak olduğu için toprak suyu nasıl tutar ve
yutarsa insan da dünya malını öyle tutar ve yutar.” Bu söz çok hoşuma gidiyor.
Yani böyle bir özelliğimiz var. Yutsun problem yok, ama hiç olmazsa ot bitirsin,
nebat bitirsin. Bir işe yarasın yuttuğu. Ot bitirmiyorsa, kum gibi ya da kaya
gibi su üzerinden akıp gidiyorsa işte o zaman bir anlamı yok. İnsan killi
toprak gibi suyu tutuyorsa çeltik bitiriyorsa ya da çeltiği besliyorsa ne
güzel.
Ramazan ayında efendimizin esen rüzgârlardan daha cömert olduğu
rivayet ediliyor. Şimdi önümüzdeki bu mübarek ayda hangi iyilikleri yapmalıyız
ki bir parça Efendimizin yüce ahlakına erişebilelim? Kısaca ramazan ve iyilik
denildiği zaman neler söylemek istersiniz?
İnsanı kuşatan üç şey vardır; zaman, mekân ve insan. Hangi zamanda
olduğumuz hangi ayda hangi gecede hangi eşref saatte olduğumuz çok önemli.
Mekâna gelince, camide misiniz başka yerlerde misiniz? Evde misiniz? Huzur
ortamında mısınız bu önemli. Bir de etrafımızdaki insanlar çok önemli. Ramazan
bizim din algımıza göre zaman olarak mübarek bir zaman dilimi. Yani şehr-i
mübarek, Kur’an ayı, oruç onun içerisinde, nafile namaz onun içerisinde, sadaka
onun içerisinde, zekât onun içerisinde; yani ramazan bizi, zihni algımızı,
olaylara bakışımızı dönüştüren bir özelliğe sahip. Efendimizin bizzat
kendisinin de yağmur yüklü bulutlar şeklinde olması ifadesi de onu gösteriyor.
Peygamber zaten cömert ama ramazan ortamına girince ortam onu daha da cömert
hâle getiriyor.
Bizde de insanların çoğu sadakalarını, zekâtlarını infaklarını
ramazanda yapmak isterler. Çünkü ramazanda duygular daha yoğundur, algılar daha
yüksektir, açlık algısı fakirlik algısı yoksulluk algısı vs. ve o ayın
rahmetinden mağfiretinden istifade etmek kaygısı ayrı bir şey. Peygamberimizin
teşvikleri var; “Ramazan-ı şerife girip de bu ayda mağfiret olunmadan
çıkanların burnu yerde sürülsün.” gibi beddualar var. Bu ayın şefaatçi olması
ile ilgili teşvikleri var Efendimizin. Dolayısıyla ramazanın böyle insanı
kuşatan bir tarafı var. Tabii ramazanda ibadete, taate insan daha çok ehemmiyet
veriyor. Yani sabahın seher vaktinde kalkıyorsunuz, sahur zamanının
bereketinden istifade ediyor, gün boyu oruçlu olmaya özen gösteriyorsunuz. O
duyarlılığınızla elinize, dilinize gözünüze kulağınıza tüm organlarınıza oruç
tutturuyorsunuz. Yani bir farkındalık hâlindesiniz.
Ramazanın dışındaki zamanlarda bu kadar farkında olunması mümkün
değil. Yani yemek yiyor, su içiyor, televizyon seyrediyorsunuz… Onlar belki
sizi bir an savuruyor ve asıl mihverinizden koparıyor. Ama ramazanda o
mihverde; kulluk mihverinde kalma, taat ve takva mihverinde kalma özelliğini
canlı tutacak şeyler daha fazla. Camilerin minarelerinde mahyalar görüyorsunuz,
ezan ve Kur’an seslerini duyuyorsunuz onlar size bir çağrışım yapıyor. Çevrede
iftar sofralarının kurulduğunu, fukaraya dağıtılmak üzere erzak vb. imkânların
paylaşıldığını görüyorsunuz. Bunların hepsi ister istemez sizi bu tarafa doğru
sürekli motive ederek: “Sen de, sen de yap” diyor âdeta. Herkes oruç tutuyor
herkes infak ediyor. Herkes iyilik yapma seferberliğinde sen de bir şeyler yap.
Hakikaten baktığınız zaman Türkiye’de zekât, infak ve hayratın büyük bir kısmı;
yüzde 80-90’ları ramazanda veriliyor.
Ramazanda bizim daha çok önemsediğimiz bir ortam oluşuyor. Yani
teravih namazlarını cemaatle kılmak için camiye gidiyoruz. Böylece caminin
bereketi üzerimize sinmiş oluyor. İftar sofralarında dostlarımızla buluşuyoruz.
Ailemizi, akrabalarımızı çağırıyor, onların sofralarına biz de gitmeye
çalışıyoruz. Bunların hepsi bizim o gönül dünyamızdaki insani değerlerimizi,
iyilik motivasyonlarımızı yükseltiyor ve nihayet Kadir Gecesi’nde zirveye
çıkıyor. Bayramda da bunu topyekûn paylaşmak suretiyle yüksek duygu
zenginliğine erişmiş oluyoruz. Bu yüzden ramazan gerçekten önemli bir iklim.
Kısaca ramazan, gerek ibadetlerin nafileleriyle birlikte icra edilişi, gerekse
bu ayın bize hediye ettiği Kur’an-ı Kerim ve oruç gibi ibadetlerin yoğunluğu
bizim diğer on bir ayda kolay kolay yakalayamayacağımız bir ivmeyi bize kazandırıyor.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı hocam?
Evet, ramazan-ı şerif önemli bir rahmet iklimi, oldukça önemli bir
rahmet mevsimi. Ramazanda kazandığımız bütün iyilikleri ramazan sonrasına
taşınması noktasında Diyanetimize, dergimize, televizyonumuza önemli işler
düşüyor. İyiliğin belirli bir zamanı yok. Bu nedenle Başkanlığımızın bu yılki
ramazan teması olarak belirlediği “Vakit iyilik vaktidir, bu ramazan ve her
zaman” sloganı çok anlamlı. Bu ayda yoğunlaşmak önemli ama biz ramazanın dışında
da iyilik yapmayı unutmamalıyız. İyilik dediğimizde sadece infakı ve maddi
paylaşımı değil, gönülleri mesrur kılmaya yönelik her türlü davranışımızın
iyilik olduğunu unutmamak gerekiyor. Ve daha önemlisi iyiliğin karşımızdakinden
çok bizi inşa eden özelliğini görmek gerekiyor. Cenab-ı Hak inşallah bu ramazan
ayını dolu dolu ve ibadet yoğun yaşamayı; iyilik duygularımızı pekiştirmeyi ve
ramazandan sonra da bu anlayışı devam ettirmeyi nasip eder.